Yeşil çikolata ve Metin Aktaş-Xaki G. Bargin
Ermeni kökenli bir entellektüel olan Hırant Dink “sizde güvercinleri vurmazlar“ sözü ,güvercinin Anadoluda barışın sembolü olmasıyla ve de bir kutsallık taşımasıyla ilgiliydi. Demeki barışa bu topraklardan bir kutsallık atfedilmiştir, belkide bu toprakların bir yığın cinayet, katliama ve de korkunç barbarlıklara tanıklık etmesiyle ilgilidir. Bu anlamda yazarlar bir toplumun „kutsalı“‘dır, yani güvercinleridir
Yazar dediğimiz güvercinlerimize dokunmadan önce bir defa değil de bin defa düşünmek gerektiğine inananlardanım. Ayrıca yaşadığımız toprakların bir yazarlar hapishanesi ve ve resmi tarih tezleri doğrultusunda katledilen kültürler mezarlığı olması bizlerin, yazarlarımız konusundaki güvercin duyarlılığını daha da artırır. Ama bu duyarlılık yanlışa karşı susmayı gerektirmez. Bazen de yazılması gereken bir şey varsa yazılmalı. Aksi durum barışın ve kültürlerarası tanışma ve yakınlaşmanın arkasına gizlen(diril)miş bir suistimalciliğe çanak tutmak olur.
Bir toplumun güvercinleri gagaları arasında „zeytin dalı“ taşıyarak barış mayalamaya gidiyorsa buna herkesten önce biz seviniriz. Fakat bu yazarlarımız zeytin dalı yerine gagasını bileyip kartallara öykünürse ona bir şeyler söylüyemesek te, kendisine daha önce güvercin olduğunu hatırlatma gibi bir sorumluluğumuz olduğunu da belirtmek isteriz. Benim de Metin Aktaş ile ilgili kaleme aldığım makale, onu suçlamaktan çok girmek istediği ilişkilerin çok masum olmadığını ve de kendisinin daha önce bizim kutsalımız olan bir güvercin olduğunu hatırlamaktı.
Metin Aktaş cinlik yapıp, Kürtleri tartışmaya katmaktan çok tartışmanın dini ve ulusal duyguları okşanmış tarafı yapmak için biyografisi çok tartışmalı olan Hamidye Alayları’nın komutanı ve de Teşkilatı Mahsusa’nın da üyesi olduğu en azında var olan kaynaklardan iddia edilen Saidi Nursi’yi Saidi Kurdi yapması, bu tartışmanın özünden bir şey değiştirmiyecektir. Ayrıca Kürt okurlarımın Kürt konusundaki duruşumu bildiklerini de bilmesini isterim ve kürde kürt propagandasının saçmalığı üzerine durmanın da çok anlamlı olacağına inanmıyorum.
Metin Aktaş benim kendisiyle ilgili yazdığım “Metin Aktaş; gerçekler ve kurgular“ adlı makaleme cevap niteliğinde bir yazı kaleme aldı. Kendisinin bu yazısı eleştirime cevap niteliği taşımaktan çok, suçluluk piskolojisini dışa vuran bir kızgınlığı dile getirdiği gözlerden kaçmamakta. Neden mi?:
1. Metin Aktaş kendisinin bir yazar olduğunu unutarak, zaman kaybetmeden yazımın yayınlanmasının üzerinde henüz bir kaç saat geçmeden alelacele bir yazı kaleme alması, bir yazar için pek alışılmış bir durum olması gerekirken, bununla da kalmayarak kendisini eleştirenleri „düşünce fukaralığıla“ suçlaması düşündürücü.
2. Zat-ı muhteremler, bilgiçlik taslıyarak, sanki felsefi soyut bir eser yazmış edasıyla toplum üstü olduğunu ve o toplumun düşünen ve yazan insanlarının kendisini anlamadığını iddia etmekte. Ayrıca roman sanatının ve gerçekliğinin bilgisinin, yanlızca kendisinin tekelinde olduğunu, eleştirenlerin roman sanatını gerçek yaşamla karıştırdığını söylemekte, ki sonuçta yazdığı bir romansa ve -kendisinin de yaklaşımıyla ele alırsak, gerçek bir yaşamla karıştırılmaması gerekiyorsa, bizim neden romanına konu ettiği Saidi Nursi’yi Aktaş’ın aktardığı fiktif boyutuyla „gerçek“ olarak kabul etmemiz gerektiği çelişkisini açıklayamıyor.
3. Yazısına „düşünce fukarası“ olduğumla başlayıp, daha sonra beni “sevgili yazar“olarak tanımlar ve en sonun da da, „bilgisizlikle“ itham ederek, „küçüldüğümü“ iddia etmekte. Ben „düşünce fukarası“ olan, „küçülen“ bireylere „sevgili“ diye hitap etmem. Yazar bu anlamda tutarsızda. Eleştiri bükülmeyi değil, dik duruşu gerektirir.
4. Aktaş’ı ve yayıncısı Yılmaz’ı eleştiri ve düşüncelerimden çok aslına uygun olarak Kürtçe yazılmış ismimin mahlas olup olmadığı ilgilendirmiş. Aktaş yanlızca benim değil kendisini eleştiri konusu yapan herkesin isimlerini merak etmiştir.Örneğin Nişancı romanını eleştiren Roşan LEZGİN’in de isminin gerçek olup olmadığını merak etmektedir. Oysaki biz bu “zat-ı muhteremleri” fikir adamı olarak düşünüyorduk, kimlik tespitine memur edilmişler olarak değil.
5. Kendisinin yaşını söylemesi çok absürd bir durum. Yaşın, yazma uğraşısı ve saygıyla ne gibi bir alakası olduğunu anlamaktan güçlük çekiyorum. Ayrıca özel yaşamını bimediğimden dem vurmuş. Eleştirimin içeriğini Aktaş’ın özel yaşamı ve kaç yaşında olduğu değil, makaleleri ve röpörtajı oluşturmaktadır. Bir yazarın düşüncelerini eleştirmek özel yaşamını bilmeyi gerektirmez.
Yazısına dönük olarak da söyleyeceklerim:
· Metin Aktaş sanki tartışılmak için yazmıyormuş, kendisi için yazıyormuş. Ayrıca bir yazarın yazarlığı ve yazdıkları tartışılınca var olduğunu unutuyor.
· Yazma eyleminin yazarlar için bir çok nedeni var; canı sıkıldığı ve bu can sıkıntısından ve günlük yaşam gerçekliğinden kurtulmak için yazabilir, kendisi, okurları, ünlü olmak, bilinmek, ya da insanlık bilgi hazinesine bir şeyler katmak, haklıyı ve mazlumu ve bir düşünceyi savunmak, ölümsüzleşmek için yazabilir.
Tüm bunların dışında fevkalade para kazanmak, iktidar çevrelerinde yer kapıp, o nimetlerden yararlanmak için de yazabilir. Görüldüğü gibi yazma eylemi tartışmaya kapalı değil, açık olan bir eylemdir. Bundan dolayı her yazarın eleştirilebileceğini düşünerek yazması daha doğru olacaktır. Yazma eyleminin kendisi, öznesini ve içeriğini masumlaştırmaz. Önemli olan bir yazarın neyi hangi amaçla yazdığıdır.
· Aktaş beni, henüz yayınlanmamış söz konusu romanını okumadan eleştirmekle de suçluyor: “Romanı okumadan, romanın ne anlattığını anlamadan yazarı suçlamak, hatta, ‘Sola ihanetle’ suçlamak yine ülkemizin insanına has bir olaydır” diyerek ülkesinin insanının kavrayışsız olduğunu ve kendisinin onların üstünde olduğundan dolayı anlaşılmadığını vurguluyor. Tipik aydın sekterizminin narsistliğe dönüştüğünü kendisinden görmekteyiz.
Fakat Aktaş’ın bu iddasi doğru değil, yazımın hiç bir yerinde henüz yayınlanmamış ve de taslağını okumadığım bir romanı eleştirdiğim iddiasına dair bir cümle bille gösteremez.
· Bu bağlamda “dini ve etnik temaların” yükselen bir değer normunu aldığı bir dönemde, dönemin rengine uygun olarak dini ve etnik kimlikli bir şahsiyet olan Said-i Nursi’yi konu edinmesi ve islamcılara uzanacak bir merdiven olarak algılaması, yazarın pragması ve niyeti hakkında yeterince bilgi sunar. Islamci yazar Hüseyin Yılmaz’ın Aktaş hakkında ki abartılı “övgüleri” bu yargımı onaylamaktadır.Türkçeyi yüzyıl geride takip eden ve osmanlı rüyası gören Hüseyin Yılmaz makalesinde Aktaş’ın Türkçesinin zayıf olduğunu vurgulaması ve ayrıca bu konuda kendisini geliştirmesinin gerekliliğine dikkat çekermesi de dikkate değerdir. Peki nasıl oluyorda türkçesi zayıf biri, edebi “eserleriyle” adına enstitüler kurduracak bir yazar olabiliyor? Makalemde Aktaş’ın romanı değilde, politik duruşu, ördüğü ilişkileri ve makalelerinde dile getirdiği “düşünceleri” eleştiri konusu olmuştur.
· Eleştiri konusu yapılan şey; romanın zamanlaması ve de röpörtajındaki gerekçelendirmesidir. Bir alevi yazar olarak Metin Aktaş’ın müslüman dini bir lideri yazmaya kalkışmasının zorluğunu ve de sakıncalarını dile getirmemdir. Din sevgi gibi bir şeydir, inançlı olan bireyler için mantıkla kavranan bir şey değil. Bu anlamda hem alevi, hem de sunni dini çevrelerin kendisini yanlış anlama ihtimalinin az olmadığını belirttim. Aynı kaygıyı islamcı yazar Hüseyin Yılmaz’da belirtir.
· Metin Aktas “asil” ve “gercek” Said-i Nursi’yi kendisinin yazdigini, böylece yazdiginin tarihsel bir gercek oldugunu idda etmesiyle romanciligini bizzat kendisi tartismali kilmistir. Ilginc olan sey, bu iddasini yanlis ve carpitilmis dedigi belgelere dayandirmasidir. Metin Aktaş’ın Arapça, Farsça, Rusça ve Ermenice bilmediğinden yola çıkarsak, okuduklarının Türkçe olması gerekiyor. Nursi kuşağında hayatta olan canlı bir tanıkla da söyleşi yapmadığına göre, “gerçek” Said-i Nursi’yi yeni belgelere dayandırması iddiasının dogruluk değeri taşıdığını kabul etmek oldukça güçtür.
· Makalemde Aktaş’ın romanı değilde politik duruşu, girdiği ilişkileri ve de makalelerinde dile getirdiği “düşünceleri” eleştirilmistir. Aktaş yanlızca bir romancı değil, günlük pragması olan bir bireydir de. Ayrıca kendisinin iktidar ilişkilerini iyi gözlemleyen bir pragmatist olduğunu vurguladım. Solcu, Alevi kökenli ve de Kürt bir yazarın kitabının basımını islamcıların üstlenmesi düşündürücü değil mi?
· Toplumsal kimliklerin asimilasyon, travma ve katliamlarla ilişkisini, bu bağlamda bir toplumsal kimlik olan ”Alevilik’in” tartışıldığı bir dönemde, yazarın bahsettiğim arka planları görmezden gelerek “Alevilik’i Islam’ın bir mezhebi olarak “tek doğru tez” olarak değerlendirmesini eleştiri konusu yapmıştım. Yazar Dersimlidir ve de Aleviliğin kimlik konusudaki tartışmalarına da aşinadır. “Ne ararsan kendinden ara, Kudüst’e, Mekke’de Hac’da değil” diyen bir dini, Mekkeli yapmanın yanlışlığını vurgulamıştım. Ama Aktaş, bu dini inancın felsefi kurucularına değil de, asimilasyondan kaynaklı yaşam bulan söylencelere itibar etmesi, her şeyden önce yazarlığını tartışmalı kılar. Bu dinin felsefi babalarından olan birileri aranılan şeyin ”Mekke’de değilde kendin de ara” düşüncesini görmezden gelme keyfiyetinin olmayacağını belirtmişim.
· Ayrıca dini ayinlere kendisini sığdıramayan ”okunacak en büyük kitap insandır” diyen bir inancın derinliklerini ayinlerde aramak, Aktaş’ın bir yazar olarak derinliği hakkında da bize bilgi sunar. Hümanist ve insan merkezli- bu anlamda birey merkezli- bir dini inancın ve de “inanç sistemini” dini pratiklerde aramanın gereksizliğini vurguladım.
· İslamcı Hüseyin Yılmaz’ın “alevi açılımını” yazısına konu edinerek beni eleştirmesi, daha çok reklam amaçlı. Iktidarla ilişki kurmak genellikle bir süreç işidir, bir günde istenilen bu ilişkiler kurulmaz. Dönemler, politikalar his edilir, bu ilişkiler gerçek ilişkilere dönüşünceye kadar zımni yürütülür. Bu kadar da saf olmadığımızı Hüseyin Yılmaz’ın bilmesi gerekir.
Aktaş dürüst bir zeminde tartışmayı sürdürmek istemiyor, ayrıca Saidi Kurdi vurgusuyla benim Kürtlüğümü de tartıştırmak istiyor. Bununlada kalmıyor, beni mezhepler arası catışmaları körüklediğimi ve de mezhepcilik yaptığımı da ileri sürüyor.
Ben yazımda Aleviliğin inkar edilen ve de asimilasyona tabi tutulan bir kimlik olduğunu vurguladım. Bu kimliğin yaşamasını engelleyenler sıradan halktaki müslüman kesimler olmadığını, Türk-Islam sentezine dayanan egemenlik sistemi olduğunu söylüyorum. Bunun neresi mezhepcilik ve nesi yanlış? Ayrıca Türk-Islam sentezinin alternatifi de temsilciliğine soyunduğun Kürt-Islam sentezi değildir..
Ben islama ve müslüman düsünen halkın dini inancına değil, egemen bir güç olan ve de politize olan islama karşı çıkmışım. Alevilerin kimlik hakkını savunmak, farklı dinlere karşı olmayı gerektirmediğini bilmeyecek kadar da “fikir fukarasıysa”, bizlerin sorunu değil.
Aynı Metin Aktaş, yazar olma sorumluluğunu unutarak Alevilerin dini pratiklerini(Cem ayinlerini, orucunu ve ziyaretlerini) cağdışı niteleyerek aşağılamasını nereye koyacağız. Bu aşağılayıcı yaklaşımına karşı çıkmak Alevi olmayı gerektirmez, demokrat ya da toplumsal sorumluluğu olan bir birey olmak yeterlidir. Ayrıca kimse kendisine ”neden bu pratikleri yerine getirmiyorsun?” zorlamasında bulunmadığı halde, ”Hâlâ da yapmıyorum;çünkü bana göre Alevi ritüelleri çağımızın bireysel, toplumsal sorunlarına yanıt verecek kapasitede ritüeller değil. Ha biri de böyle olduğuna inanıyorsa, onun yolu açık olsun. Niye böyle yapıyorsun; böyle yaptığın için kötüsün, deme hakkım yok“böyle konuşmasına bir anlam veremedik. Bu söyledikleriyle kendisini yeni dini çevresine ispatlamak istiyorsa diyeceğimiz bir şey yok. Genelde Alevilik dini zorlamaları kabul etmeyen bir dini grup olarak bilinir. Alevilikte ritüellere katılma diye bir zorunluluğun olduğunu da ilk olarak Aktaş’tan duymaktayım.
.”
Alevi ritüellerinin cağa cevap verip vermemesi alevilikten kaynaklanmıyor, daha cok inkar edilmesi ve yasaklı oluşu ile ilgili.
Kürt dilinin yasaklı oluşundan kaynaklı gelişmemişliğinin sorumlusu nasıl Kürtler değilse, Alevi ritüellerinin cağa cevap veremeyişinden Alevilik sorumlu tutulamaz. Sorumlu birileri varsa oda egemen olan”Türk-Islam Sentezi”’nin yasakçı anlayışıdır.Bunu anlamayacak kadar kavrayışsız olamaz bir yazar.
Alevilerin dini pratiklerinin cağa uygun olmadığını idda eden Metin Aktaş’tan aynı cesareti diğer dini pratikler içinde göstermesini, örneğin, islam dini pratikleri için de söyleyip söylemiyeceğini bilmek istiyoruz..
Metin Aktaş’ın “sağcılık ve solculuğuna” gelince ben değil, kendisi sorumlu. Sağcıların aslında “öcü” olmadıklarını, Kemalizm’in onları “öcü gösterdiğini “ ve de terminolojik olarak adlarının faşist değilde yumuşağından olan”radikal sağcı” olduğunu söyleyen ben değilim bizat kendisi:
”Benim yüzlerce, binlerce sağcı,solcu,dindar,dinsiz,emekçi, işveren sünni mezhebinden dostum, arkadaşım var” diyerek gereksiz yere dostlarını saymasını da nereye koyacağımızı bilemiyoruz. Bir islami yayın evi olan”alternatif yayınlarına” solculuk, kürtcülük ve alevicilik yapmaya gitmediğini de hesaba katarsak bu dostluk hikayesi daha da anlaşılır bir nitelik kazanır.
Böyle çeşitli arkadaşları olan bir yazarı “muhalif solcu bir yazar” olarak tanımlanmasının da güç olması gerektiğini kendisine hatırlatırız. Bu tarz arkadaşları olan birine bırakın solcu demeyi, gerçek anlamiyla liberal bile denilemez. Bu tanıma “yolunu rüzgara çizdirmek” denk düşer. Bir seyden dönebilmek, önceden o şey olmayı gerektirir. Solculuğu olmayanın da dönüşü olmayacağına göre, kendisine “dönek” diyemem.
Aktaş’ın sadece bu röpörtajı tartışmanın konusu değil, diğer bir çok makalesi de bu tartışmanın açılmasına vesile olmuştur:
Aktaş’ın 19.09.09 tarihli ve “ Dersimli Alevi politikacılar ne yapmak istiyor” adlı makalesinde Dersimli bir alevi-kürt kadının sistemde kopuşuna karşı tutunduğu alaycı yaklaşımı Aktaş’ın politik duruşuna dair yeteri kadar bilgi sunmaktadır. Yanlız 38 Dersim kırımını yaşamamış, son 30 yıldır da acımasız bir savaşa tanık olan Dersimli yaşlı bir kadının düzenden kopuşunu ve polis ve askerlerin dağıttığı çikolatalara, kısacası devletin “şeker ve kamçı” politikasına tecrübelerinden yola çıkarak karşı çıkan, tavır koyan bu zeki kadına islamcıların “emsali yoktur” dedikleri yazarımız nasıl bir tepki gösterdiğini bizzat kendisinden okuyalım;
„Bu gün arama noktasında verdiler bana. Şaşırdım kaldım evladım. Düşünebiliyor musun tam 29 yıldır bize etmediklerini bırakmadıkları arama noktalarında bu gün bize çikolata dağıttılar. Bütün yolcular benim gibi şaşkına döndü. Hiç birimiz gördüğümüze inanmadık. Arama noktalarından ayrıldıktan sonra yolcuların hepisi çikolatayı Munzur ırmağına attı bense bu çikolatada ne var diye sakladım. Senin çevren çok. Şu çikolatayı bir incelet. Bu adamlar bedava insana bir şey vermez! Bu çikolatada bir hinlik var. Bu adamlar bize durup duruken neden çikolata verdi? Gülümseyerek çikolatayı alıp ağzıma attım. Kadın korkulu gözlerle bana bakarak.”İyi yapmadın evladım. Ya çikolatada bir şey varsa?” dedi üzgün bir şekilde. ”Kendini üzme! Bu bütün çikolatalar gibi bir çikolata.” dedim. ..“Öbürsü gün sabah saat altıda kapım çalındı gidip açtım. Baktım çikolatayı bana veren kadın; Bu saatte seni rahatsız ettim kusura bakma evladım. Sen dün o çikolatayı yedin ya bütün gece uyku gözüme girmedi. Sana bir şey olur diye ödüm koptu. Nasılsın? İyi misin? Bir ağrın sızın yok mu? Üzülme! Ben çok iyiyim! dedim.“
Analitik olarak Metin Aktas’in çikolatayı ağzına atmasını yorumlarsak, Aktaş’ın yaklaşımında, çikolata dağıtan polislere ve ona çikolata dağıttıran politikalara bir güveninin olduğunu ve yaşlı kadının tecrübelerinden gelen endişesinin gereksizliğini okuruz.
Bu anlamda çikolataları munzur irmağına fırlatan“bütün yolcular“‘la Dersimli yaşlı kadının mı, yoksa Metin Aktaş’ın mı yanildiğını okurlara bırakıyorum.
Munzura atılan şeyin yanlızca çikolata olmadığını,“asimilasyon, kamçı ve şeker“ politikaları olduğunu ya bu ünlü yazarımız kavrayamamış, ya da bu politikaların gönüllü destekleyicisidir. Üçüncü bir ihtimal olarak ta yazarın makalesinde ne yazdığını anlayamadığı olabilir ki, bu da bir yazarın düşebileceği en dramatik bir durumdur.
Aktaş‘in kendisine „anlatılan tüm hikayelere“ gerçekmiş gibi inanıyor olması benim bu yönlü yargımı dogrular niteliktedir. Arkadaşının kendisine Paris metrosunda “bedava yumurta dağıtma hikayesi“#Nde tutun da, „Almanya’da adamın bir odasını sebze bahçesi yapması“ ve „helal süt içmek için göçmen işçinin satın aldığı ineği Paris gibi bir şehirde asansörle beşinci kata çıkarmasına“ kadar. 21. yüzyılda bununa inanmakla da kalmıyor, „Geçmişin Gölgeleri“ adlı makalesinde yazar Hasan Bildirici’ye bu „kültürel çatışmaları“ romanına niye konu edinmediğini de soruyor. Bizi şaşırtan bu tarz hikayelerin anlatılmasından çok, yazarın bu hikayelere gerçekmiş inanması ve bu köylü fantazilerini cağımızın kültürel catışmaları olarak görmesidir. Hele birde yumurta dağıtma hikayesini yorumlaması yok mu bizim bu yazarın, değmeyin gitsin dedirtir insana!…
Sayın yazar sizden bir ricam olacak; her ne kadar „kavrayışı kıt“ ve de et yiyen bir Dersimliyisem de, hayvan sever bir yanım da var ve bu olaydan dolayı ızdırap duymaktayım. Okurlarınız da benim gibi insan olduklarından, bir vicdana sahiptirler. Büyük bir ihtimalle apartmanın beşınci katında sıkışıp kalan „helal süt“ vermesi için satın alınan o inege ne olduğunu benim gibi merak etmekteler. Belki yazdığım yazılardan dolayı bana kızgın olabilirsin, ama en azında diger okurlarının merakını gidermek içınde olsa bizi aydınlatirsan sevinirim.
Tekrardan yazının başına dönersek, Dersimli yaşlı kadının Aktaş’a uyarı niteliğinde söylediği sözünü hatırlatmaktan başka söz düşmez bana: ”İyi yapmadın evladım. Ya (bu yediğin yeşil) çikolatada bir şey varsa?”
Xaki G. Bargin
Metın Aktaş Gerçekler-ve-kurgular