Kurmes Dernegi Resmi Web Sitesi

Metin Aktaş;Gerçekler ve Kurgular-Xaki G.Bargin

“Kadılar müftüler fetva yazarsa, işte kemend işte boynum asarsa, dönen dönsün ben dönmezem yolumdan”  

Pir Sultan Abdal

Dersimli roman yazarı Metin Aktaş’ın islamcı bir yazar olan Hüseyin Yılmaz tarafindan Metin Aktaş, romancı doğmuş bir insan. Dünyanın herhangi bir ülkesinde olsa adına enstitüler kurulurdu. Ama Türkiye’de suçlu muamelesi görüyor.“ diyilerek kendisine övgüler dizilmesi bizlerden çok yazar olan Metin Aktaş’ı düsündürmesi gerekirdi. Bir yazarın yazarlığını kabul etmekle, sırt sıvazlaması kategorisine girecek abartılı methiyeler yapmak farklı şeylerdir. Bir yazarın her şeyden önce bu tarz övgülerden çok, seviyeli ve edebi eleştirilere ihtiyacı olur. Bu açıda Hüseyin Yilmaz’ın, Metin Aktaş hakkındaki methiyelerini bir yerlere sığdıramadık.

Şöyleki; bu övgünün ince kurgulu bir hesap içerdiği baştan göze çarpmakta. Metin Aktaş yasaklı bir yazar değil ki, suçlu muamelesi görsün. Her Dersimli, her düşünen bir yazar gibi sistemden ve sosyo ekonomik sınıfsal konumundan kaynaklanan sorunları olan bir yazar. Bu yazarlar her nedense yasaklı olan yazarları bırakta övmeyi, sistemle birlikte gömmeyi tercih ederlerken, Metin Aktaş’ı övmeleri iktidarın takiyeci politik kültürünü hatırlatmakta. Cem Evi’ne “cümbüş evi” diyen şahıs bu yazarların yakın olduğu islamcı hükümetin başbakanıydı. Bu hasasiyeti ne yazık ki övgüde “cömert” bu yazarlardan göremedik. Ayrıca sürgünde yasaklı bir yığın Kürt yazar var, bunlardan biri de yazdığım gazetenin editör ve yazarı Hasan Bildirici’dir. Arame Tigran’ın vefatında da bu islamcı “aydın ve yazarlarının” eleştirel bir tepkisiyle karşılaşmadık.

Dersim bir il değil, Kürt Kızılbaş ve Komünist üç rengin bileşeninden oluşan ve bu renklerinden dolayı tarihsellik kazanmış muhalif kollektif bir kimliktir. Bu kimliklerin en otantik renkleri Dersim kökenlidir. Bu yönüyle Türkiye gibi bir ülkede Dersimli olmak tehlikeyle eş anlama gelir. Kısaca egemenliğe bir yönüyle değil, üç yönüyle muhalif olma anlamına gelir. Bir muhaliflik bu ülkede ferman yazdırırken, üç muhalifliği de siz düşünün.

Egemelik Türkiye’de iki ayak üzerine kuruludur. Bu ayaklardan biri Türklük’ken digeride İslamdır. Türkiye de meşru egemen kimlik Türk ve İslam olmayı, olmayanının da asimilasyonunu gerektirir. Etnik olarak halklar Türklük’e tercüme edilirken, müslüman olmayan dini guruplar da islami bir asimilasyona tabi tutulur… Anadoluda etnik ve dini asimilasyonlar öyle rahat gerçekleşmemiş, soykırım ve katliamlara da dönüşmüştür.

Osmanlı ve Türk Cumhuriyetinin tarihi Alevilerin, Ermenilerin, Suryanilerin,Yezidilerin ve Rumların sürgün ve kırımlardan geçirildiği bir tarih olduğunu söylersek yanlış olmaz. Daha yakın tarihe kadar T. C. devletinin egemenliğini pekiştirmesi için provakasyonlarda katlettiği bir kesimdi Aleviler. Örnek; Maraş, Çorum, Malatya, Sivas ve Gazi  katliamları.

İslamcısından nasyonalistine ve de „sosyal demokratına“ kadar bu ülkede iktidarlar masum olmamışlardır. Türk devletinin egemenlik sınırları içerisinde yaşayan halklar ve dini guruplar hep korkuyla yaşadıklarından dolayı gerçek kimliklerini gizlemek zorunda kalmışlardır. Ermeni kendisine Ermeni, Alevi kendisine Alevi, Kürt’te kendisine Kürt diyememiştir. Bu durum etnik ve dini sosyal grupların asimilasyonuna yol açmıştır. Katliam ve kıyımlardan oluşan travmayı da eklersek, olayın boyutu daha da ciddi bir hal alır. Travma gelecek korkusu ile birleşerek asimile edilmelerini kolaylaştırmıştır.Bundan dolayı burada yaşayan etnik ve dini grupların kendilerini inkar etmeleri doğal karşılanmalı. Bunu herkesten daha iyi bilmesi gereken birileri olması gerekiyorsa, o da bu ülkenin yazarları olmalıdır.

Osmanlı Imparatorluğu yıkılmaktan çok, ulus devlete dönüştürülmüştür. Osmanlı‘da var olan egemlik kodları yeni cumhuriyetle birlikte millileştirilmiştir. Osmanlının ganimete dayalı egemenliği, yeni osmanlıcı ve islamcı liberal çevrelerce topluma yanlızca “demokratik bir model” olarak sunulmamakta, hatta bugünkü Avrupa Birliği’nin oluşumuna örnek teşkil eden bir model olduğu da idda edilmekte..

Bu iddaların bilimsel anlamda doğruluk değeri yoktur. İdari konulardaki beceriksizlik bizlere demokratik hoşgörü olarak sunulamaz. Osmanlının ganimet ve verginin dışında egemenlik alanlarındaki halkların kültürleri ve dilleriyle ilgilenmemesinin sebebi çokca idda edildiği gibi Osmanlı hoşgörüsünden kaynaklanmıyor, daha çok Osmanlının yönetim konusundaki beceriksizliğinden kaynaklanmaktadır. İttihat ve Terakiciler osmanlının bu zaafını asimilasyonla gidermek isterken, yanlızca Ermeni soykırımını yapmak zorunda kalmadılar, kemalizm diye ucube bir doktrinin oluşmasına da ön ayak oldular. Yanlızca Kürtlük, Lazlık, Çerkezlik, Ermenilik Türklüğe tercüme edilmek istenmemiştir, Alevilik te kemalizme tercüme edilerek kimlik kırizine sokulmuştur. Aleviler kim olduklarına dair en büyük kimlik bunalmını kemalizm döneminde yaşamaktadırlar.

Osmanlılar; Hırıstıyanlık, Yahudilik gibi semavi dinlere tahamül etmek zorunda kalırken, Alevileri/Kızılbaşları katletmekten geri durmamışlardır. Hatta “kadın ve çocukları ganimetinizdir” diye fetvalar çıkardığı da artık bir sır değil.

Metin Aktaş Dersim kökenli bir yazar. Tüm bunların kendisine tanıdık gelmesi gerekirdi.

Metin Aktaş, Hüseyin Yılmaz ile yaptığı röpörtajında yanlızca romanında bahsetmiyor, bizlere yaşamıyla ilgili olarak biografik bilgiler de sunuyor. Bu biyografik bilgiler çok özel bilgiler değil, bir çok Dersimlinin kendisiyle paylaşabileceği bilgilerdir. Ayrıca Metin Aktaş’ın anlatımları Dersim jenosidinin işleniş boyutlarını göstermesi açısından da enteresanttır. Aktaş’ın ninelerinin de katledildiği bu jenosidteki kesitleri kendisinden okuyalım:

Benim çocukluğum eşleri, çocukları, kardeşleri, anneleri, babaları, dostları, komşuları 1938 Dersim kıyımında öldürülmüş kadınların şinşivanları, ağıtları arasında geçti.(Benim köyümün insanlarının yüzde sekseni bu kıyımda öldürülmüştü) Bu kadınların ikisi benim nenemdi. Aradan uzun yıllar geçti bu kadınların hepisi öldü ama hala o yürek parçalayan sesleri ruhumda yankılanır, görüntüleri gözlerimin önünde canlanır. Yazarken onların dayanılmaz ağıtlarından, seslerinden kurtulmak istiyorum.”

Bu şinşivanlar, ağıtlar her hangi bir ağıt ve çığlık değildi, Kızılbaş/Alevi Kürtlerin çığlıklarıydı, bunu da Metin Aktaş’ın unutmaması gerekirdi.

Bunları anlatma gereğini duymamın nedeni, ‘Dersimli bir romancı olan Metin Aktaş’ın bir alevi olarak islami bir akım olan Nurculuğun kurucusu babası sayılan ve mürütlerinin Beddüzamanı dedikleri Said-i Nursi’nin yaşamını romanına konu edinmesi değildir, daha çok Said-i Nursi’yi durup dururken birden keşfetmesidir. Metin Aktaş’ın Said-i Nursi’yi keşfetmesinin zamanlamasının AKP’nin“kale fetetme” ve “alevi açılımı” adlı politikalarına denk düşmesi, bu keşfin tesadüfü bir keşif olmadığını anlatır bizlere.

Bundan dolayı insanın aklına yanlızca bayram değil seyran değil islami çevreler niye alevi bir yazar olan Metin Aktaş ‘i öptü diye bir soru gelmiyor, ayrıca alevi olan Metin Aktaş birden bire neden islamcıları öpmek istedi diye bir soru da geliyor... Metin Aktaş’a sorarsanız kendisi değil, Dersim jenosidinde katledilen “nineleri “ bu islamcıları öpmeye zorlamış. Bu zorlamayı birlikte okuyalım:

„Benim çocukluğum eşleri, çocukları, kardeşleri, anneleri, babaları, dostları, komşuları 1938 Dersim kıyımında öldürülmüş kadınların şinşivanları, ağıtları arasında geçti.(Benim köyümün insanlarının yüzde sekseni bu kıyımda öldürülmüştü) Bu kadınların ikisi benim nenemdi. Aradan uzun yıllar geçti bu kadınların hepisi öldü ama hala o yürek parçalayan sesleri ruhumda yankılanır, görüntüleri gözlerimin önünde canlanır. Yazarken onların dayanılmaz ağıtlarından, seslerinden kurtulmak istiyorum.”

Metin Aktaş söyleyişisinde yüreğini yaralayan ninelerinin katliam çığlıklarından ve ağıtlardan kurtulmak için kaçmak isterken, kendisini birden bire islamcıların “merhametli ve şefkatli” kollarında bulur.

Buna ağlayalım mı, gülelim mi? Bu seslerden kurtulmak islama sığınmayı mı gerektiriyor?...Ya bu Metin Aktaş “çocukları ve kadınları ganimetinizdir” denilen fetvalarla katledilen kızılbaş ve “Dersimli Gavurların” soykırımdan geçirilen çığlıklarından nereye kaçacak.

Peki Aktaş’ın bu söz ettiği nineleri neden Aktaş’a Ermeni ve Dersim soykırımını, Seyit Rıza’yı, sonradan katledilen gencecik Devrimcileri ve Kürt Özgürlük Direnişçilerinin henüz taze olan çığlıklarını yazmaya zorlamadı da Said-i Nursiyi yazmaya zorladı? Diyelim ki Metin Aktaş’ın T.C. jenosidiyle katledilen nineleri -biraz önce bahsettiğimiz kırım ve katliamları yazmayı değil de, Said-i Nursi’nin hayatını yazmaya zorladı. Peki bu romanda kokan hiç mi bir şey yok? En azında bu romanın zamanlaması ilginç degil mi? Bu bir tesedüf mü, yoksa biz mi paranoyak olmuşuz, kötü niyetimizden dolayı öküzün altında buzağı arıyoruz? Sahi bu “nineler” neden Metin Aktaş’ın Saidi Nursi’nin hayatını yazmaya zorlaması için, AKP’nin iktidara gelmesini bekledi, önceden zorlasaydılar olmaz mıydı?

Bu sorular ışıgında Metin Aktaş’ın Said-i Nursi’nin hayatını konu alan henüz yayınlanmamış, fakat islami çevrelerce reklamı yapılan“son derviş”adlı romanını değerlendirirsek, burada bir romancılıktan çok, yazarın politik ve pragmatik amaçlarının olduğu bariz olarak görülür. Ayrıca Metin Aktaş’ı göklere çıkarmak isteyen islamcı yazarların, ancak çocuklara yapılabilecek övgülerle Alevi aydın ve etellektülleri asimile etme niyetleri de gözlerden kaçmamakta. Metin Aktaş islami pazarda pay kapma uğraşısını bizlere “empati yapmak” ve “demokratlık” olarak sunmaya çalşması, ilk etapta akıllı bir cinlik olarak gözükse de, öz itibariyle beceriksiz bir çıkış. İslamcılar Türkiye’de ezilen bir azınlık değil ki, empati de yapılsın.

Ayrıca Metin Aktaş’ın islam olmayan Aleviliği bir çırpıda Imamı Cafer-i Sadık mezhebi içerisinde değerlendirmesi AKP’nin “alevi açılımının” ön çalışmaları olarak okunabilinir. Çünkü kendisi ne bir tarihçi,ne bir teolog ne de bir sosyologdur. Aleviliğin ne olduğu ve de islamın neresinde olduğu tartışıldiğı bir dönemde, bir romancının “Hatta Aleviliğin bir din olduğunu söyleyenler bile var. Ama bütün bu söylentiler doğru değil.”gibi kesin yargılarda bulunması şık değil, ayrıca bu tür yaklaşımlar her şeyden önce bir romancının işi olmamalı.

Tabi ki Metin Aktaş’ın bir romancı olarak herhangi bir dini gurup hakkında düşüncelerini dile getirme hakkı var, ama kesinlik belirtme ve bu konu hakkında farklı düsünceleri “doğru olmamakla” itham etme hakkı olmamalı! Aktaş’ın kendi düsüncesinin doğruluğunu asimilasyona tabi tutulan Alevilerin korkudan söyledikleri geleneksel açıklamalara dayandırması da işin komedisi. Aktaş’ın bahsettiği bu Alevilerin açıklamalarının doğruluğundan yola çıkarsak bu Alevilerin/Kızılbaşların Kürt ve Türk değil de, Arap olmaları gerekiyor, çünkü bu aleviler secerelerini islamın dördüncü halifesi olan Ali’ye ve islam peygamberi Muhamed’e dayandırıyorlar.

Kürtlerin asimilasyondan dolayı kendilerini bir ara “Dağlı Türk”olarak algılamaları , Kürtleri Türk mü yapıyordu ki, Alevilerin de; biz “Ehli Beyt soyundan geliyoruz ve İmam caferi Sadık mezhebine bağlıyız” demeleri kendilerini müslüman ve Arap yapsın..

Metin Aktaş gerçekten zeki ve objektiv bir yazar olma iddasındaysa Dersimli yaşlı kuşakların kürtçe ve zazaca”halis muhlis Türküz“ demeleri ile Alevilerin”gerçek islam biziz“iddialarının altındaki gerçekliği görmesi gerekir. Bir şeyin islam kategorisi içerisinde degerlendirilebilinmesi, o şeyin islam ile örtüşen yapısal ve ilkesel özellikler göstermesini gerektirir, yoksa söylenceye dayalı şeyler o şeyi açıklamaya yetmez. Aleviler camiye gitmezler, namaz kılmazlar, ramazan tutmazlar ve de Kuran’daki şeri “kutsal” esaslara göre yaşamıyorlar, yoksa tüm bunları yerine getiriyorlardı da, biz mi inkar ettik?

Aktaş birden bire islami çevrelere göz kırpmıyor, Aktaş’ın son yazılarındaki açıklamaları bunun bir sürecinin de olduğunu göstermektedir. 30.11.2008’de “inançlarda entegrasyon ve asimilasyon” adlı makalesinde Elazığ’da azımsanmayacak bir Alevi kesimin ramazan bayramını, sunnilerinde aşure pişirerek 12 imam orucu kutladığını, bunun toplumsal entegrasyonun çok güzel bir örneği olduğunu söylüyordu. Alevilerin ramazan bayramını, Sunni ve Şafii‘lerinde 12 imam orucunu kutladıklarına Elazığ’da okuduğum dönemde tanık olmadım. Son dönemlerde bu yönlü bir değişim söz konusu olmuşsa, bunun adı ne empati ne de entegrasyon olabilir, düpedüz Alevi asimilasyonudur. Aktaş bunu bilmiyecek kadar saf biri değil. Bunu bildiği halde böyle konuşmasının altında farklı şeyler saklı.

Metin Aktaş islamcı cevrelerle flörtünü öyle ince örüyorki, insanın hayret edesi geliyor. Bakın daha neler söylüyor:

“ Radikal sağı öcü olarak gösterip Alevileri kontrolünde tutmayı başardı. Ülkemizde sağ Alevilerin varlığını tanımaya başlayınca Kemalistleri bir telaş sardı.”

Aktaş’ın söyledikleri zorlama şeylerdir. Kemalizm sol bir akım degildi ki, böyle konuşabilsin. Mustafa Suphi’leri katleden, Kürtleri katliamdan geçiren ve Alevileri yasal olarak yok saymakla kalmayan, ayinlerini de kovuşturmaya tabi tutan kemalizm sağ değildi de neydi? Sağ öcü değildi de birileri mi onu öyle göstermek istedi?

Aktaş’a sormak lazım; Alevilerin, Solcuların ve Kürtlerin kanına giren”cani faşistler“ ne zamandan beri “radikal sağcı” oldular?. Aktaş’ın sağdan bahsederken kulandığı terminoloji kendisinin asıl niyetini açığa vuruyor. Genel anlamda dünyada sağ ile devlet birbirlerinin karşıtı değildir.Türkiye gibi ülkelerde sağ ve devlet aynı şeydir. Türkiye’de sağ devletsiz hareket etmemiştir ve halen de etmiyor.

Başka bir deyişle Türkiye’de her işlenen faşist/sağ cinayettin ve katliamın altında devlet, her devlet cinayetinin altından da sağ/faşistler çıkmıştır. T.C. döneminde işlenen Alevi katliamlaının altınada sağ ve devletin iç içe geçmiş imzaları vardır.

Sağ hiç bir zaman Ermeni, Alevi ve Kürt v.b. etnik guruplların varlığını kabul etmemiştir. Bu sevimsiz bir çarpıtmadır. Devlet Alevi katliamlarının tümünü sağ tetikçilere işletmiştir. Metin Aktaş bunu bilmiyor değildir, kendisini böyle konuşturan iktidara yanaşma istemidir. İslam aracılığıyla devlet nimetlerine demir atmak bu kadar da mı insanı beleksizleştirebilir. Çorum, Maraş, Sivas ve Gazi katliamları gün gibi ortadayken, Metin Aktaş’ın açıklamalarını nasıl yorumlamalıyız.. Aktas’ın bahsettiği bu devlet sağ degildi de sol bir devlet miydi, yoksa sosyalizmle yönetiliyorduk da haberimiz mi yoktu?

Romanını henüz okuyamadık, umarım Alevi Dervişlerin vasıflarını Saidi Nursi’ye atfetmemiştir. Umarım alevi ve sunni okurları Saidi Nursi’yi okumak isterlerken, “son derviş” adlı romanda Alevi Pirleriyle karşılaşmaz..

Saidi Nursi’yi bir alevinin yazması yanlızca alevileri şaşırtmadı, müslüman yazar Hüseyin Yılmaz’ı da bir o kadar şaşırtmış olmalı ki: Ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamama riskinden korkmadınız mı? Yani Alevilerin sizi bir nevi ihanetle suçlamalarından, Sünnilerin de "Beddüzamanı yazmak kala kala bir Aleviye mi kaldı" gibisi bir reddin içerisinde olmalarından korkmadınız mı?” dedirtmek zorunda kalmış. Bize de artık söz düşmez. Ne diyelim, söyleneni zaten Hüseyin Yılmaz söylemiş.

Metin Aktaş’ın Said-i Nursi’nin hayatını neden romanının konusu yaptığını açıklayamadığı anlarda, hep “katledilen ninelerinin çığlıgına” sığınmasını da etik bulduğumu söylüyemeyeceğim. Hangi niyetle yazdığını açıklasaydı daha doğru olacaktı.”Ben hiç kimse beğensin diye yazmadım. Ruhumu istila etmiş o kadınların seslerinden kurtulmak için yazıyorum. Çocukluğumdan kurtulmak için yazıyorum” demesi bana pek inandırıcı gelmediğini üzülerekte olsa belirtmek zorundayım..

Aktaş’ın unutamadığını söylediği ninelerinin katliam çığlıklarına sebep olan egemen sistemin ayaklarından biri Türkse, diğer ayağı da İslamdı. Said-i Nursi’nin en yakın mürüdlerinden biri olan Hulisi Yahyagil anılarında Dersim katliamı esnasında büyük bir vicdani muasebeyle yüzyüze kaldığını yanlızca belirtmez, hatta subaylığından istifa etmeyi bile düşündüğünü de belirtir.Fakat Said-i Nursi’den aldığı dualı bir mektuptan sonra fikir değiştirip katliam bölgesine gittiğini anlatır. Dogrusu Metin Aktaş’in Said-i Nursi’nin yukarıda bahsettiğimiz yaklaşımını, kendisine atfettiği”erdemli”, “faziletli” ve “büyük insan” nitelikleriyle nasıl bağdaştırabileceğini merak ediyoruz, aynı zamanda bu katliamın kurbanları -onların diyimiyle-”rafızı”değil de müslüman olsalardı, aynı mektubun Nursi tarafından mürüdüne gönderilip gönderilmiyeceğini de. Sanırım Aktaş için bu durum”ninelerinin” katliam çığlıklı sermayesinin bittiği ya da hükmünün geçmediği yerdir.

Bir alevinin Said-i Nursi hakkında roman yazması tabu değil, fakat Metin Aktaş’ın roman zamanlaması ve gerekçelendirirken başvurduğu açıklamalar bana bu yazıyı yazdırttı... Aktaş bir bilim adamı değil ki Nursi ve düsüncelerini metodolojik olarak incelesin, o bir romancı. Roman yazmanın bir şeyi gözlemlemekten çok, yaşamayı ve hisetmeyi de gerektirdiğini bilmesi gereken birileri varsa, Metin Aktaş gibi roman yazarı olma iddasında bulunanlar olmalıdır. Doğal olarak Said-i Nursi’yi felsefi ve teolojik olarak bilen ve dini olarak onu hiseden birileri tarafından yazılması daha doğru olacaktı. Şafiiliği ve sunniliği olmayan ya da bu alanda kendisini yeterince yetkin görmüyen birisinin şafii ve sunni duyguları hissettiğini iddia etmesi ilginçtir.

 

Xaki G. Bargin

xakibargin@ yahoo.de

 Diğer Yazıları

 Kızılbaş Olmak