Kurmes Dernegi Resmi Web Sitesi

Tarihin yükü: Tek bir kere konuş Pir Ahmet Solmaz!-Hüseyin Tekin

 Her yıl eylül ayı yaklaşmaya başlayınca, beynim ve düşünce sistemim; dört bir yandan karmaşık, çetrefil, belirli, belirsiz, duygulu ve hatta bazı bazı duygudan yoksun düşünce dalgalarının art arda sert vuruşlarına uğramaya başlar. Bunlar: devrimci hareketimizin iç ilişkiler sisteminin bütün temel ve dolayımlarına; proleter sosyalist demokrasiye, paylaşmaya, ortaklığa, insan ve yoldaş sevgisine, bir yöneticinin yönettiği kadro ve insan topluluklarını her zaman ve her durumda kendinden daha fazla önemsemesi ve koruması gerektiği gibi devrimciliğin abc’sine, bir devrimcinin sınıf düşmanına karşı kendini oluş tarzına, örgüt ve kadroların “ata(n)ma”sı uygulaması ile yönetimlerin ve yöneticinin “devrimci seçimler”le işbaşına gelme ilişkisine, atanan örgüt ve kadronun kendilerini atayan yönetim ve o yönetimi temsilen uygulamayı gerçekleştiren yöneticiye karşı gündelik yaşamda ve iç tartışmalardaki duruş ve tavırlarına, atamaları yapan yönetimlerin ve bu yönetimleri temsilen atama eylemine katılan yöneticinin atadığı bireylerle kurduğu ortak hayatın içeriğinin niteliği ve kalitesine, atanan örgüt ve bireylerin kendi tarihsel rollerinin zorunluluk ve sınırlılık zemininde olduğu bilincine, kısaca devrimci teorik ilkelerle “somut” devrimci hayat arasındaki o büyülü bağıntıya ilişkin ne varsa, akla ne gelebiliyorsa bunların bütünlüklü toplamına dair olanlardır.

       Bütün bu bağıntılı ve geçişli düzeylere ilişkin kişinin manevi dünyasını sarsan düşünce akınları neden eylül ayı yaklaşınca hızlı devinim yapmaya başlıyorlar?  Neden Pir Ahmet Solmaz’ın adı ve devrimci anısı akıllara gelince devreye girebiliyorlar? Ve daha benzer bir dizi soru sorulabilir tabii ki.  Pir Ahmet, kalleş sınıf düşmanı tarafından eylül ayında katledildi. 13 Eylül 1977 günü bayraklaştı Elazığ işkencehanelerinde. Sonra, bu sorulara, duraksamadan ilk elden;  devrimci hareketimizin birçok seçkin neferinin, değişik zaman dilimlerinde, değişik mekânlarda ve değişik olaylardaki ölümlerinde/kaybedilişlerindeki öznel ihmal’lerin, (sorunu daha verimli bir uzamda tartışmak için öznel idealizm demek daha doğrudur) en belirgin bir biçimde Pir Ahmet Solmaz’ın ölümünde yaşandığı içindir diye yanıt verilebilir.

      Önce biraz Pir Ahmet Solmaz’ın günlük yaşamından, olaylara yaklaşım ve onlar karşısındaki tavır alışlarından kısa kesitler vermeliyim sizlere. O’nu, ben 1976 yılı sonbaharında tanıdım. Bir kasaba cezaevinde yatıyordum. Mensubu olduğum örgüt o yıl bir bölünme yaşıyordu. Tartışma ve ayrışma, o günkü koşulların kısıtlı bilinç ve deneyimleri sınırlarında, bilimsel devrimci yöntemden yoksun bir tarzda yaşanıyordu. Ayrışmanın, belirli ölçülerde netleştiği bir aşamada iki taraftan arkadaşlar ziyaretime geliyor ve düşünce ayrılıklarını özetliyor ve karşı tarafı eleştiriyor ya da suçluyorlardı. Bir gün Pir Ahmet de geldi. Önce kedisini tanıştırdı. Sonra anlatmaya başladı. O güne kadar tanıdıklarımdan çok farklı bir yöntem ve yaklaşımla konuşmaya girdi. İtiraf etmeliyim ki o farkı, yıllar çok sonra anlayacaktım. Pir Ahmet, Koordinasyon Komitesi saflarındaydı ve beni o kanada kazanmaya çalışıyordu. Çok sakin bir şekilde önce, Koordinasyon Komitesi’nin bölünmeyi derinleştiren hatalarını özetledi. Buradan O, sözü; örgütün toplamının düşünce ve iradesiyle kurulmuş olmayan bir organizasyon olarak, Koordinasyon Komitesinin proleter sosyalist demokrasiyle alakası olmayan, bürokratik yöntem ve düşünüş tarzına getirdiğini söylemek asla bir abartı değildir. Düşün diyordu:  uzun bir araştırma-inceleme çalışmasından sonra oluşturulan yeni görüşler, ikinci derecede yönetici örgüt ve kadrolara bile sunulmadan örgütün resmi görüşleri olarak kamuoyuna açıklanıyor. Yani, örgütün görüşleri alınmadan, örgütün olduğu kadarıyla resmi program ve çizgisinde temel değişiklikler yapılıyor. Tabii ki, bu durum, büyük sıkıntılar yarattı.

      Bunun üzerine ben, o durumda kim haklı dedim? Bana sanki Pir Ahmet, beni örgütün resmi görüşlerini her yönüyle savunan kanata kazanmak istiyor gibi gelmişti. O: dur daha bitirmedim. Dedikten sonra ayrılığın siyasi sorunlarına dair olanlarını anlatmaya başladı. Ve yeni görüşlerin, devrimi örgütlemek açısından daha elverişli olduğunu, Ülkemizin toplumsal maddi gerçekliğinin, geçmişin bir takım öznel/sübjektif tespitlerin düzeltilmesini dayattığını uzun uzun anlattı. Dikkatimi çeken bir özelliği de, onun, konuşmasında hiçbir bireyin kişilik özelikleri üzerinde durmamış olmasıydı. Sorunları kişilerin niyet, kişisel özlem ve arayışları ötesinde, siyasal ve kavrayışı ölçülerinde de ideolojik düzlemde ele alması, onun gibi genç bir devrimci açısından gelişkin ve ileri bir düzeydi. O konuşmalarında, bugünden önemli gördüğüm bir nokta da, eleştirdiği taraf, ayrılmaması gerekirdi dediği tarafı da devrimci kardeş olarak düşünebilmesiydi. Bunu, daha sonra birçok sorun karşısındaki tavırlarında da gözlemlediğimi rahatlıkla söyleyebilirim.

      Yönettiği insanlardan Pir Ahmet’e kırgın olan, tepki duyan, o’nu sevmeyen, o’na karşı her hangi bir güvensizlik duygusuna sahip bir kişiye kimse rastlamamıştır. Bunun mutlaka devrimci bir tılsımı olmalı. O tılsım da, galiba dosdoğru onun yapmaya çalıştığı devrimciliğin kalitesinde aranmalıdır. Pek çok aktif çalışma arkadaşı, Pir Ahmet’in kendilerine verdiği görevleri, kuvvetli bir yasa olarak algılayarak yerine getiriyor olmalarına rağmen, O’nun yöneticiliğini asla fark etmemiştir. Zira “yetki”lerini hiçbir zaman ve koşulda yönettiği çalışma arkadaşlarına, örgüt kitlesine, genel kitlelere hissettirmemiş ve yansıtmamıştır.  Her an, birlikte çalıştığı ve ilişkide olduğu bütün her kesten daha fazla okuyor,  soru soruyor,  sorguluyor, araştırıyor, inceliyor, düşünce ve öneriler geliştiriyor. Bütün bunlarla birlikte, istisnasız bütün pratik işleri de onlarla beraber yapıyor. Kısaca Pir Ahmet Solmaz, kendi o küçük iktidarını birlikte devrimcilik yaptığı ve birlikte çalıştığı tüm insanlara dengeli bir tarzda dağıtma/paylaşma düzeyi yakalayabilmiş bir devrimciydi. Bazı işler de risk mi var? Tartışmasız o iş Pir Ahmet’indir. Bilgi ve deneysizlikten bir yoldaşının göstereceği küçük ihtiyatsızlıklardan gelebilecek zarar ve kayıplara devrimci vicdanı asla elvermez. Her ’te, her insanın önündedir. O nedenle, her günkü o işçi kıyafetleri’yle, kendi örgütü ve taraftarlarının yanı sıra, bütün diğer örgütlerin ve Elazığ halkının sevgili Pir Ahmet’idir o. Bunlar doğrudan gözlemlerdir. Bu yazıda “onurlandırma” ifadelerine yer vermemeyi ilke edindim. Neden: O’nun sorgulayıcılığını günümüz kadro tipinde aramak ve O’nun konuşmasını sağlamak!

      “O zamana kadar evin boşaltılmış olduğunu düşündüm”!

      7 Eylül 1977 günü saat 21–22 sularına doğru, Pir Ahmet ile bir arkadaşı, Elazığ’ın Kırkdut/Yıdızbağlarından şehir merkezine doğru yürürlerken bir Jandarma arabası yanlarında aniden duruyor, askerler Pir Ahmet’in üzerine çullanıyor ve onu yakalıyorlar. O esnada yanındaki kaçmayı başarıyor. İstihbarat olaya el koyuyor. O gece sabaha kadar Pir Ahmet’e ağır işkenceler uyguluyorlar. Ama O, hep susuyor. Amacı zaman kazanmaktır. Sabah saat on (10) civarlarında, yanından kaçıp kurtulan arkadaşının deneyli bir yönetici olduğunu düşünerek kimlik bildiriminde bulunuyor ve bir restaurantta işçi olarak çalıştığını söylüyor. Bunu üzerine, nerede yatıp/katlığını ve evini soruyorlar. Evin boşaltıldığını varsayarak; Fevzi Çakmak Mahallesinde bir odalık bekâr evinin olduğunu bildiriyor. Bunları söylerken çok rahattır. Çünkü akşam yanından kaçan arkadaşı, her hangi bir kadro değil. Önderlik kadrosudur.  Pir Ahmet, onun Koordinasyon Komitesi’ni temsilen örgütleri denetleme toplantılarına katıldığını biliyor. Ve aradan geçen yaklaşık 12 saatlik bir zaman içerisinde evi rahatlıkla boşalttığını/temizlediğini hesaplıyor. Ama feci şekilde yanılıyor. Polis O’nu eve götürdüğünde bütün eşyaların ve her şeyin yerli yerinde durduğunu görüyor. Kahroluyor. Sınıf kini kabarıyor. Kendine de öfkeleniyor. Her şeye rağmen bunu yapmamalıydım diyor.(Bunu salt kendince düşünmüyor, beş gün sonra ağır bir durumda Elazığ kapalı cezaevi hücre bölümüne götürüldüğünde, oradaki arkadaşımız Hikmet’e de ifade ediyor.) İşkenceciler, evdeki malzemeleri tasnif ederlerken ayni zamanda Pir Ahmet’in durumu hakkında da somut kanaatler oluşturmaktalar. O dakikadan sonra faşist barbarlık zincirlerinden boşalıyor.

      Yalansız sade bir devrimci olarak Pir Ahmet’in o anki tavrı da bütün devrimci hayatı gibi yalındır. Çok rahat bir biçimde; ben komünistim, bu dakikadan sonra sizin hiçbir sorunuzu yanıtlamayacağım diyor. (Bunlar Elazığ polisinin daha sonra işkenceye aldığı devrimcilere dile getirdikleri itiraflardır benim varsayımlarım asla değildir.) İşkenceciler, görünüşte bir amele görüntüsü veren ‘adam’ın dudakları arasından tana tane dökülen bu kararlılığa kuduruyorlar. Ve sırtlanlar gibi ona saldırıyorlar. O, “beş gün, beş gece” boyunca en ağır işkencelere maruz bırakılmasına karşın, sınıf düşmanının hiçbir sorusuna yanıt vermiyor, muhatap olmuyor. Artık işkence edilebilecek bir durum kalmamıştır. Bütün iç organları parçalanmış, mütemadiyen kan kusmaktadır. Bu durumda hastaneye, orada tedavi edilmeyerek kapalı cezaevi hücre bölümüne götürülüyor. Hücrede uzu yılardır cezaevinde olan Hikmet Kuran arkadaşımız, cezaevi idaresini Pir Ahmet’in hastaneye kaldırması için habire zorlamaktadır. Durumu giderek ağırlaşan Pir Ahmet, Hikmet’e ancak; “o zamana kadar evin boşaltılmış olduğunu düşündüm” diyebiliyor. Daha hastaneye yetiştirilmeden bir yıldız gibi kayıyor aramızdan.

      Daha sonra Hikmet, kendisini ziyarete giden bir arkadaşa durumu özetliyor ve bu süre içerisinde acaba gerçekten ev boşaltılamaz mıydı diyor? Zaten O şehri ve örgütün olanaklarını çok iyi bilen Pir Ahmet’in sözlerinde ciddi ve derin bir eleştiri vardır. Hikmet’i dinleyen arkadaş da, yerel yöneticilerdendir. Durumu ilgili birime ve kişilerin gündemine getiriyor ve aynı soruyu o da soruyor. Pir Ahmet yakalandığında, kurtulmayı başaran Koordinasyon Komitesi elemanı: Kırkdut Mahallesine kaçtım. Polis, o gece sabaha kadar mahalleyi ablukaya almıştı ve ben çıkamadım. Yakalanma riskini göze almayı doğru bulmadım diyor. Sorunu güdeme getiren arkadaş sorular sormaya, tartışmayı sürdürmesi üzerine ortam geriliyor. Sorunun muhatabı, diğer üç arkadaşa kendisinin doğru söylediğine inanacaklarına dair tam “bir güven” içerisindedir. Bunun üzerine tartışmayı açan arkadaşı kendisini yıpratmakla itham ediyor ve diğer üç yönetici de bu kanıyı paylaşıyorlar. Bunun üzerine durum daha da ağırlaşıyor. Soru soran ve tartışmada ısrar eden çılgın kişi, o halde der, benim dışımda bir heyet kurulsun ve Kırkdut Mahallesinde mini bir araştırma yapsın. Eğer o gece mahallede anormal bir durum, bir Polis/jandarma ablukası gerçekten söz konusuymuşsa ben en ağır cezaya da hazırım. Öneri kabul edilir.  Üç kişilik bir komisyon kurulur. Araştırma kısa zamanda sonuçlanır. Sonuç: Pir Ahmet’in yakalandığı gece, Kırkdut Mahallesinde hiçbir olağanüstü durum, yani devletin kolluk kuwetlerinin bir ablukası söz konusu değildir.

      Sorunu tartışmaya açan ve soruşturma heyetindeki arkadaşların “güvenilir önderleri”ni yıpratmaya çalışan “kötü niyetli gafil (!)”, bundan sonra ne olacak diye saf saf sorar. Hiç kimseden ses yoktur. Sorun kapanmıştır! Kimse, mahallede devlet kuşatması olmadığı halde, bunun neden yaratıldığını, bu koca yalanın neyi kurtarmak için uydurulduğunu, böyle bir kadronun nasıl bir örgütün yönetiminde olabileceğini irdelemeye devam etmemiştir. Sorunu fazla uzatmam gerekmiyor. Vahamet son derece büyük ve acıdır.  Örgüt o kişinin varlığından ibarettir. O kaybedilirse, örgüt ve dünyanın sonu olurdu. Devrim için risk almaktan korkmayı bir yana bırakın, bu duruşta, müthiş bir kendini korumak ve bu uğurda yalana başvurarak gibi devrimci ahlak kurallarının dışına çıkmak söz konusudur. Bunun mutlaka bir devrimci karşılığı olmalıydı. Ondan yıllar önce İbrahim Kaypakkaya, Vartinik baskını esnasında nöbette uyuyan, Ali Haydar Yıldız’ın katledilmesinde ve kendisinin yakalanmasında ağır ihmali olan Hüseyin Bozkurt’un ağır bir sorumluluk altında olduğunu söylemişti içerden yazabildiği ilk mektubunda. Biz, ise hala tarihin devrimci vicdanından, onun bizim yakamızdaki elinden kendimizi kurtarabilmiş değiliz. Tarihin iç içe geçmeli bulmacalı çekmecelerinde unutulmuş ve her gün omuzlarımıza daha fazla ağırlık yapan yüklerden, birkaç on yıl sonra da olsa kurtulmaya çalışmak “acı gerçek”in yararlı toprağına basmak hepimizi derin bir devrimci huzura kavuşturur. Lenin’in sözleriyle, . “Acı gerçek, bizi yükselten yalandan daha yararlıdır.”

        Pir Ahmet Solmaz ve onun aramızdan ayrıldığı koşulara benzer koşullarda kendilerini dünya işçi sınıfı ve emekçi milyarlarının sömürü, ayrıcalıklar, imtiyazlar, baskılar, haksız savaşlar gibi melanetlerden kurtulma özlemlerine adayarak toprağa düşenlerin devrimci anıları daima yaşayacak. Ve yeni devrimci kuşaklara ışık olmaya devam edecektir.

                                                                                        Hüseyin Tekin, 10 Eylül 2008