Kurmes Dernegi Resmi Web Sitesi

Erdoğan: Ilımlı İslam ile İslamofaşizm arasında bir figür

 

Siyasallaşan Islamı Tanımlayan Batılı Kavramlar


Anlamı itibarıyla barış olan, insan ile yaradanı arasındaki ilişkiyi düzenleyen bir inancın bu çok itici kavramlara muhatap kılınması öncelikle bütün Islam alemi için çok acı ve üzücüdür. Elbetteki bu kavramlar İslamın kendine ait değil ve daha çok da günümüz politik aktörlerin strateji ve planları çerçevesinde üretilip yaşama geçiriliyor.

Üstelik bir de buna uygun aktörler bulduklarında ya da yarattıklarında artık diledikleri gibi yaşama, inançlara, varlıklara, değerlere yön verebilmektedirler.

Bunlar tarafından oluşturulan kavramlar aktörlerine bakınca:

“Ilımlı İslam ülkesi Türkiye ve öncüsü Erdoğan

Muhafazakar Islam temsilcisi olarak Körfezdeki petrol rantına dayalı devletler ve başlarındaki şeyhler ve krallar

Şeriat ülkeleri olarak Iran, Sudan, Yemen hatta Endonezya sıralanmakta. Bu ülkeler aynı zamanda

İslamofaşizmin temsilicileri sayılmakta Islami terörist El-Kaide, Taliban gibi örgütlere “yataklık” etmektedirler.

Yine Afganistan, Pakistan, Mısır, gibi ülkeler Radikal İslami hareketlere zemin oluşturmaktadırlar. Hizbullah, Hamas, Islami Cihat gibi “islamcı terörist” örgütler buralarda filizlenmektedirler.”

Bu kavramlara uygun bölgeler ve aktörleri belirledikleri oranda daha rahat müdahale edebilmekte, kendi “beyaz müslümanlar”ından dışladıkları “kara müslümanlar”ına kadar olan bir zincir belirlemektedirler.

Bu bağlamda beyaz müslümanların temsilcisi ve en iyi işbirlikçisi olarak Arap ve Fars milliyetçiliğinden ayrık, batıya daha yakın duran Türkiye biçilmiş kaftan oldu. Hele hele Erbakan gibi aktörlerin silindiği yine radikal islami hareketlerin yer bulmadığı Türkiye’de liderine Ihanet etmiş bir model bulunmuşken fırsat kaçınılmaz oldu.

Ilk liderine uygun olarak bağırıp çağıran, gürleyen ve en radikal söylemleri kullanan mücahit Tayyip Erdoğan yükselen Yıldız olarak, kendinden daha tecrübeli olan, hocası Saidi Kurdi’nin siyasete bulaşmayın vasiyeti başta olmak üzere tüm öğretilerine ihanet eden,  yeni rehberi Fetullah Gülen’in taktikleriyle alttan ve sessiz alarak iktidara yürümeyi, takkiye yapıp reformcu olmayı, para kazanmayı ve şiir okumayı esas aldı.

Yine “Muhafazakar demokrat” kavramını kendisi ve partisi için kullanarak bir yandan muhafazakar Petrol Zengini Arap şeyhlerinin Türkiye’de yatırımlar yapmasına zemin oluşturdu, bir yandan AB ve ABD’ye reform sözü vererek iktidarını askere karşı sağlama aldı.  

Ama islami bir kavram olan takkiye yerinde ve ruhuna uygun olarak, sadece ve sadece islamın selameti için kullanılmazsa, buna karşın anı kurtarmak için kullanılan bu söyleme dayanarak tüm yaşam hayat boyu sürdürmeye kalkışmak yol aldırmaz. Yani takkiye gerçeğin yerini alamaz ve bir biçimiyle devreden çıkar. Işte bunun krizlerini yaşayan Başbakan gerçekle kurgu arasında gidip gelmektedir. Örneğin AB süreci artık takkiye ile yürümüyor. Üstelik Türkiye’de revaçta olan Kasımpaşalılık kavramı uygulamada oy hesaplarına artı puan getirirken Batı kavramları bağlamında psikolojik bir travma ile tanımlanınca kabadayılık pek sökmüyor.

Yani dünya şu son Davos olayıyla Kasımpaşalılığın global bir kavram olamayacağını artık yerel kalacağını çok iyi vurgulayarak kendi kavramlarını yeniden gözden geçirmeyi buna göre kendine çeki düzen vermesini Erdoğan’dan beklemektedir. Yoksa onlara göre Ilımlı Islam modelinin öncüsü başbakan hızla Islomfaşizmin dümenine giriyor. 

 

Osmanlı-Doğu toplumunda kavram üretmek

Kavram üretmek, buna göre plan ve stratejiler geliştirmek ve yaşamı bu çerçevede sürdürmek tipik doğu kafalı üstelik başbakan örneğinde olduğu gibi hala doğu toplumu için bir yaşam biçimine dönüşmüş değil. Çünkü başbakanın ve danışmanlarının model aldığı Osmanlı bile bunu denedi ve başarılı olamadı. Dağılan imparatorluktan kopan Hristiyanlardan sonra müslumanları bir arada tutmayı esas alan pan-İslamizm, Hamidiye alayları örneğinde, veya bağdat ve Lübnan’da örgütlendirilen bazı aşiretler tarafından ermeni ve asurilere karşı kışkırtmalar için öncü bir güç olarak kullanılsa da tutmadı. Papalığa ve haçlılara karşı dinsel argumanı kullanmayı esas alan ve yeniden güncelleştirilen Halifelik de ne Araplar, ne Kürtler, ne de Farslar tarafından dikkate alınmadı ki, bu süreç hızla yerini pan-Turanizme bıraktı, arapları Ihanetçi olarak tanımlamaya götürdü.

Felsefi arka planı olmayan, öğretiyi tamamlayan tarihsel, sosyal, kültürel argümanlar tespit edilmeden, bunun ileriye yönelik stratejik belirlenimi bir konsept çerçevesinde hazırlanmayan bir olgunun kavramsallaştırılması ancak başarısızlıkla mükelleftir. Nihayetinde Pan-Islamizm kavramı ve onun temsilcisi Halifelik Osmanlıya mensup toplumlara yeni konsept sunmadı. Farklılıkları koruyacak, toplumu bir arada tutacak, ekonomik, kültürel, siyasal süreci ferahlatacak bir içerik ortaya koymadı. Sadece haçlı zihniyeti ve saldırılarına karşı savunma söylemi ile ortaya çıktı. Nihayetinde ulusun, ulusal devletin, dilin, kültürün yükselişi batıdan yükselişi daha cazip oldu. Yunanlıların, Bulgarların, Arapların, Ermenilerin, Kürtlerin bu kavramları esas alan ulus devlet olma istemi bir hak oldu ve bu hakkı kullanmak reva iken Osmanlı tarafından günümüze değin hala Ihanetçi kavramıyla tanımlanır oldu.

Bir başka sorun, Osmanlı din esaslı kavramları kullandığında batı dünyası çoktan seküler toplum kavramlarını yani lasizm ve ulus kavramlarına göre bir toplumsal yapılanmaya geçmişti. Bu süreçlerde kolay olmamıştı. Kilise ile yüzlerce yıl süren egemenlik savaşları, tanımlanan Fundementalizm (köktendincilik) ve buna karşı geliştirilen kavram ve argümanlar Rönesans ve reform süresince büyük mücadelelere sahne.

 

Batının Islamı Kavramsallaştırmasının Tarihsel Siyasal arkaplanı

 

Buna karşın batının politik argüment kapsamında Islama yönelimi yenidir. Bunun sebebi ise Islamın kendi değil. Batı merkezli siyasi, iktisadi ve ideolojik çatışmalarının gereğidir. Özellikle Materyalist öğretiye dayanarak hakimiyet kuran ve kapitalizmi tehdit eden Sovyetlerin hegemonik alanını genişletmesine karşı cephelerin inşa edilmesi için ihtiyaç duyulan argument ve ona uygun kavramların siyasi hayatta zemin bulunması elzemdi. İnsanlığa sosyal, kültürel, siyasal anlamda ne getireceğinden ziyade kavramsal olarak Materyalizm, ateizm vurgusu öne çıkarıldı. Üstelik bunu öne çıkaran batının kapitalist, aynı zamanda özü itibariyle materyalist ve ateist olan aktörleri yaptı. Kendilerinin bu özelliklerini gizleyerek dine sarıldılar. Vatikanın başına “komünist” Polonya’dan Jean Paul’un atanması, hatta Çin’in istikrarsızlaştırılması için Dalai Lama’nın bu kadar el üstünde tutulması hiç mi hiç tesadüf değil.

Şah rejimine karşı şeriatçı Humeyni’nin Fransa’da barınması ardından molların Iran yönetimini ele geçirip solcu Tudeh ve Kürt muhaliflerine şidettle saldırması bu noktada anlaşılırdır. Yine Afganistan’da Sovyete Karşı savaşanların pozitif bir anlamda mücahid olarak tanımlanması, batı dünyası tarafından silah, gelişen pan-Arabizim –arap milliyetçiliği- nedeniyle tahtını kaybetme korkusunu yaşayan körfez ülkelerinin Petrol şeylerinin finansal desteği, Türkiye’de Askeri darbenin tertiplenmesi, darbe komutanı Evrenin elinde Kuran ayetleriyle meydanlarda konuşması, Fetullah Gülen vb tarikatların önünün açılması, Pakistan’da Ziya Ülhak eliyle darbe yapılması, daha muhafazakar, dindar yapıların önünün açılması, Libya’da yeşil Islamın Kaddafi eliyle uygulanmaya başlaması, Mısır’da Müslüman kardeşlerin etkinliğine göz yumulması, Sudan, Yemen ve birçok Afrika ülkesinde şeriata dayalı yönetimlerin yer alması desteklenen bir trend idi. Ve bu Sovyetin etrafında yeşil kuşak kavramıyla vücud buldu.

Bu dönem batının kapitalist dünyası ile Islam’ın siyasallaşan mekanizmaları arasında bir ittifak biçiminde gelişti. Sovyetlerin çökmesinden sonra Yugoslavya’nın şiddetle parçalanması, Çeçenistan, Abhazya, Osetya ve muhtelif Kafkas bölgesinde Rus etkisinin kırılması. Orta Asya’daki devletlerin Rusya’nın merkezinden kopması, Çin’in Uygur bölgesinde istikrarsızlığa sürüklenmesi islamı referans alan militanlar eliyle gerçekleşti.

Aktörleriyle, eylemleriyle, projeleriyle vücut bulan islami temelli bu aktörlerin yeni dünyada kendilerini yeniden organize etmeleri kaçınılmazdı. Çünkü din bireyin allah ile ilişkisini düzenleyen esaslardan çıkmış yeryüzündeki iktidar aygıtlarının kullanım aracı haline dönüşmüştür. Insan üretimi Ideolojik argümentlere bürünmüştür. Nihayetinde Bunun vardığı düzeyin tanımlanması Samuel Hungtigton’ın “Medeniyetler Çatışması” kavramıyla şekil buldu. Bakış, tanımlama, ayrışma ve saflaşmalar yeniden şekillendi. Nihayetinde bu sürecin yeni biçimdeki yansıması 11 Eylül olayıyla rengini ortaya koydu.

Artık batı dışı tanımlanan ve siyasallaşan Islamın mevcudiyetinin sadece bir kavramlar karşı cepheye oturtulması mümkün değildi. Çünkü ilişkiler, çıkarlar, müttefiklerin belirlenmesi ve ayrışması gerekmekteydi. Yani bu sürecin yeniden tanımlanması, ve buna göre tavır alınması büyük önem arz etti. Özellikle başını ABD’nin çektiği hegemonik güçlerin tanımlamaları önemli idi. Dolayısıyla Batı aklının kaçınılmaz bir sonucu olarak islam dünyası için bir sınıflandırmaya gidildi. Ilımlı Islam, Muhafazakar Islam, Radikal Islam, İslami Terör vb tanımları kullanıldı. Bu sınıflandırma, ülkeler, siyaset anlayışları ve bunların batı ile ilişkileri bağlamında şekillendi. Ayrıca düşünsel alanda “Islami Reform” kavramı güncelleştirilerek herkesin dahil olduğu bir tartışma süreci başlatıldı. Son zamanlarda Islamofaşizm kavramı da bunlara eklenmeye başladı. Bu kavram artık batı standartlarına uygun Islami anlayışı esas almayan her siyasi, sosyal, ekonomik kesimi, ya da bireyi kapsar oldu. Şiddet içerip içermemesi önemli değil. Kim batı dışında kendine göre bir islam tanımı yaparsa o hemen Islamofaşizm kategorisine girme tehlikesiyle karşı karşıyadır ki, artık yaşamın her alanını bir müslüman için tehdit eder hale gelmiştir.

En nihayetinde Islam artık siyasallaşmıştır. En basitinden bildiğimiz islamın beş şartı geçerli değildir. Yani Sadece kelimei Şahadet getirmek, Namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek, hacca gitmek yetmiyor. Bunu tamamlayan imanın şartları allaha, kurana, peygambere, meleklere, ahiret gününe, hayır ve şere inanmak da kabul görmüyor. Üstelik bununla ne batının hegemonik güçleri yetiniyor ne de islamı siyasal araç olarak kullananan aktörler kabul ediyor.

İşte bu çarkın içinde kendine rol biçilen, ya da mevcut kavramlar bağlamında oluşan rollere soyunanlar gereklerini yerine getirmek zorundadırlar. Bunu yapmadıkları zaman, ya da rollerini karıştırdıkları anda hangi cephede olurlarsa olsunlar tepetaklak olurlar.

Hele hele geçmişlerinde öncülerine, inançlarına, siyasal akımlarına ihanet etmiş ve sicili bozuk olanlar daha kuşkuyla takib edilirler. Erdoğan’ın yaşadığı da artık bu süreçtir. Daha önce Afganistanlı Mücahid Lider Hikmetyarla oturup kalkan, Erbakanla şeriatı esas alan, AB’yi Hristiyan Kulübü olarak niteleyen, oradan hızla batının sunduğu Ilımlı Islama geçiş yapan bunun için ABD’den AB’den ve Israil’den destek alan, bu desteği Kürtlere karşı şiddet uygulayarak, anadoludaki fakir halka sadakalar dağıtarak, bir başka ceberrut olan Askeriye ve derin devlete karşı kendi sistemini kurmak biçiminde harcasada başaşağı gidişini önleyemeyecektir.

Çünkü hep güçlere dayandı, hep takkiye yaptı. Bu açığa çıktı. Yeni gidiş yolu belli