Kurmes Dernegi Resmi Web Sitesi

Batı'daki derin boşluk(Atilim)

“Kürt sorunu”nda yaşanan gelişme, Batı'daki politik özne boşluğunu bütün çarpıcılığıyla ortaya koyan eşiğe dayanmış bulunuyor. Denilebilir ki, devrimci örgütlerin bu kritik süreçte sergileyeceği tutum, tarihsel varoluş biçimlerini belirleyecek önemde olacaktır.

Batı'daki derin politik boşluk, tam da şimdi etkin olması gereken devrimci bir iradenin üretilememesinde, Türk halkının önüne sosyalist hareketin işlevsel bir seçenek olarak çıkamamasında somutlaşıyor. Açıktır ki, “Kürt sorunu”nda aktif pozisyonda bulunmayan tek politik aktör, bugün devrimciler, sosyalistlerdir.

AKP Hükümetinin, Ahmet Davutoğlu koordinatörlüğünde dış, Beşir Atalay koordinatörlüğünde iç politikasını, emperyalist merkezlerin bölgesel siyasetleri doğrultusunda düzenleyerek -Haluk Gerger'in yerinde ifadesiyle- Türk burjuva devletinin “emperyalizme hizmet kapasitesi”ni yükseltmeye çalıştığı nettir. “Kürt sorunu”, “Ermeni sorunu”, “Kıbrıs sorunu” gibi tarihsel yüklerin sistem üzerindeki ağırlıklarını hafifletmek amacıyla başlatılan bu yeni sürecin odağında şimdi öncelikle “Kürt açılımı” bulunuyor. Hükümet ve Cumhurbaşkanı ile MGK gibi temel kurumların uyumu temelinde bir devlet politikası olarak geliştirilen “açılım”, bir tasfiye imkanını sağlayabilecek ölçüyle sınırlandırılmış bazı ödünleri içeriyor. Devlet, Turgut Özal'ın 1. Körfez Savaşı sırasında dile getirdiği “bir koyup üç alma” siyasetini, şimdi Kürt ulusal hareketine karşı denemeye çalışıyor.

Öte yandan, henüz sürecin başlangıç aşamasında sistemin ve hükümetin karşılaştığı güçlükler, AKP'nin tahmin ettiği veya beklediği düzeyin üstündedir. Zorlanma, iki yönlü baskı nedeniyledir. Birinci yön, doğrudan doğruya Kürt ulusal hareketinden geliyor. PKK ve DTP de farkındadır ki, AKP Hükümeti ve Başbakan Tayyip Erdoğan, kendi tarihlerinin en büyük takiyyesini Kürt ulusuna yapma çabasındadır. Dahası, Kürt ulusal direnişinin ulaştığı boyut ile Güney ve Kuzey'de kazanılmış mevzilerin niteliği, “tasfiye” politikasına basınç uygulamakta, Türk burjuva devletini daha fazla ödün vermeye zorlamaktadır.

PKK ve DTP'nin pozisyonu net, avantajı sabittir. Zira, barış politikası devletin gündemine resmen ve fiilen girmiş, diplomatik-politik muhataplık oluşmuş, süreç başlamıştır. Siyasal açıdan Kürt ulusal hareketi bakımından bu çok önemli bir inisiyatif üstünlüğü anlamına geliyor. AKP Hükümetini zorlayan ikinci yön ise zıt bir kutuptan, Türk milliyetçiliği cephesinden geliyor. Kürt sorununun her türlü burjuva çözüm arayışına cepheden karşı çıkan, imha ve inkara dayalı geleneksel devlet politikasında ısrar eden kesim, özellikle MHP aracılığıyla tehlikeli bir şoven tazyik uyguluyor. CHP ve MHP'nin iç savaş sınırında duran şoven çırpınışları, aslında buzdağının görünen kısmıdır.

Albay Dursun Çiçek imzasıyla Genelkurmay karargahlarında hala cunta benzeri hesapların yapılıyor olmasından da anlaşılıyor ki, Türk burjuva devlet organizmasında Ergenekoncu ana doku tamamen tasfiye edilmiş, edilebilmiş değildir. Ergenekon zihniyeti, İttihat ve Terakki'den başlayarak devletin kurucu, taşıyıcı ve sürdürücü dinamiği olarak öylesine egemenleşmiştir ki, yakın dönemde gerçekleşen “Kemoterapi kurları”, sistemin kanserli yapısını iyileştirmeye yetmemiştir. MHP ve CHP'de somutlaşan şoven reaksiyon, Türk milliyetçiliğinin her an aktifleşebilecek kitle tabanı kadar, bu devlet gerçeğine de yaslanmakta, güvenmektedir. Denebilir ki, AKP Hükümeti devletin yeni ve emperyalist bölgesel stratejiyle uyumlu politik eğilimini, MHP ise devletin geleneksel ve emperyalist merkezlerin desteğinden yoksun politik eğilimini temsil etmektedir.

Şimdi, egemenler cephesinde bu iki eğilim, Kürt sorunu ekseninde çarpışma halinde bulunmaktadır. Hangi eğilimin kesin bir devlet iradesine dönüşeceği, bu süreç zarfında burjuva politik aktörler arasındaki güç ve konum ilişkilerinin ne tür değişiklikler sergileyeceği henüz belli değildir. AKP Hükümeti, geri dönülmesi zor bir yola girmiştir; bölgesel konjonktür ve uluslararası sistem, onu bu yolda her halükarda yürümek zorunda bırakmakta, üstelik Kürt iradesi de geriye dönüp “sil baştan yapma” tehditlerine veya burjuva pişmanlıklara papuç bırakmayacak denli etkindir.

Hükümet, bir adım ileri-iki adım geri de olsa, kesintilere de uğrasa, zamana da yaysa, bazen hızlanıp bazen yavaşlasa da “açılım” sürecini tamamen rafa kaldıramayacağının bilincindedir. Cumhurbaşkanı'yla beraber rolünü oynamak durumundadır; çünkü bu misyonla görevlendirilmişlerdir. MHP ise, bir başka misyonla, Türk şovenizminin etkin kitle partisi olma misyonuyla hareket etmekte, konjonktürü “muhalefetin merkezi” olma yönünde değerlendirmeye çalışmaktadır. Türk milliyetçiliği ve Kürt ulusal mücadelesi düşmanlığı üzerinden genişlettiği kitle tabanını, aynı zamanda AKP'ye karşı güçlü ve tehditkar bir toplumsal kitle baskısına dönüştürmek suretiyle “açılım”ı durdurma stratejisi uygulamaktadır. Bu durumda, AKP ile MHP'nin Batı'da karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdır. MHP, Ergenekoncu cumhuriyet mitinglerine benzer kitle gösterileriyle ırkçılığın ve şovenizmin toplumsal etkiye dönüşüp AKP'yi ve “açılım” siyasetini köşeye sıkıştırmayı gündemine almıştır.

“İhanet”le, “terör işbirlikçiliği”yle suçlanan AKP, ne yapacaktır? Kuşkusuz bir yandan “Kürtlerle dans”, diğer yandan “Kurtlarla dans” siyaseti izleyecektir. Bir yandan kurtlarla birlikte uluyacak ve Türk milliyetçiliğine sahip çıkacak, “milli birlik projesi” söylemini pekiştirecektir; diğer yandan kardeşlikten dem vuracak, “demokratik açılım” ajitasyonunu sürdürmeye çalışacaktır. AKP'nin, MHP ile DTP arasında “makul” rolü oynayacak şekilde ve bilhassa ölçüsüz MHP muhalefetini dengeleyecek tarzda kendisinin de miting silahına sarılması muhtemeldir. Öyle ya da böyle, AKP'nin Batı'da güçlü ve güncel bir toplumsal kitle desteğine sahip olmadan süreci yönetmesi çok zordur. Özellikle “şehit yakınları” ve “gaziler”i “açılım” siyasetine yedekleyerek ve bu arada Avrupa'da ve Ortadoğu'da PKK kadrolarına yönelik kriminal saldırı ve kuşatmalarla psikolojik savaş imkanı elde ederek, Türk milliyetçiliğini teskin etmesi de beklenebilir.

Habur sınır kapısında gerçekleşen görkemli kitle karşılaması, Kürt halkının savaş ve barış gücünün nasıl iç içe geçmiş olduğunu gösterdi. AKP Hükümeti, “heyetlerin dönüşü”nü ertelediğini duyurarak ve aynı anda “ıslak imza” belgesini gündeme sürerek durumu kontrolü altında tutmaya dönük bir hamle yaptı. Bu hamle, hem DTP'yi bundan sonraki karşılamalar için dikkatli olmaya, hem homojen karakter sergilemediği anlaşılan Genelkurmay karargahını hizada tutmaya, hem de azdırılmış Türk milliyetçiliğinin ateşini düşürmeye yönelik bir taktik oldu. Burada en önemli, en kritik, en can alıcı soru şudur: Habur'da barış elçilerini karşılama gösterisine DTP değil de, Türkiyeli devrimciler ve ilericiler önderlik etseydi, tablo nasıl şekillenirdi? Ya da bundan sonraki barış heyetlerini Türkiyeli devrimciler, sosyalistler, tutarlı demokratlar karşılamaya önderlik etseler, süreç nasıl bir yön kazanır? 1 Mayıs mitingi örgütler gibi başlıca devrimci demokratik güçler, örgütler harekete geçse ne olur?

Batı'daki derin politik boşluk işte budur, burada anlam yoğunlaşması kazanıyor. Kürt halkının barış elçilerini Türk halkının karşılayıp bağrına bastığı gün, savaş bitmekle kalmaz, kalıcı ve demokratik barışın da temeli atılır. Türkiyeli devrimciler ve sosyalistler, böylesine muazzam ve fakat son derecede yalın bir göreve önderlik edebildiklerinde, ne DTP şahsında Kürt halkına dönük ırkçı yaklaşımlar sergilenebilir, ne de Türk şovenizmini dengeleme, AKP gibi çarpık bir düzen partisinin sahte demokratlığına kalır. Fakat devrimciler ve sosyalistler, “boşluk”taki varlıklarını gideremedikleri sürece, AKP'nin rol çalması ve birden fazla role soyunması, kendi tarzıyla boşluk doldurmaya girişmesi kaçınılmazdır.

Batı'daki derin politik boşluk, özellikle dört kritik mevzide karakteristikleşiyor. Birincisi, işçi ve emekçi memur sendikaları cephesidir. İşçi sınıfı ve emekçilerin sendikal örgütlenmeleri üzerinden proleter bir iradenin geliştirilmesi, bunun için en hazır ve en bilinçli sendika merkezleri veya şubelerin geçen yıl 3 Kasım'da Ankara'da altına imza attığı antifaşist, antişovenst dalgakıranında olduğu gibi harekete geçmesi, sendikalar içinde saflaşma ve zihniyet çarpışmasından kaçınılmaması... İkincisi, gençlik cephesidir. Üniversitelerde ve liselerde yaratıcı ve etkili eylem biçimlerinin özenle belirlenmesi, vicdan-i red gibi tavırların kitlesel gençlik inisiyatifine dönüştürülmesi, gençliği bütün topluma antimilitarist bir örnek olarak öne çıkarak halka gitmesi... Üçüncüsü, kadınlar cephesidir. Anaların, eşlerin, kardeşlerin, Türk ve Kürt kadınının buluşması; savaş acısını ve barış hasretini kitlelerin geniş bölükler halinde görebileceği eylem ve aydınlatma biçimleriyle ortaya konulması; kirli savaş suçlularını yargılayan, barışın ağaçlarını yeşerten bir kardeşlik ormanının yaratılması... Dördüncüsü ise, demokratik Alevi hareketi cephesidir. Pir Sultan derneklerinden yöre derneklerine dek, bütün emekçi Alevi örgütlerinin barış ve eşitlik mücadelesinin yükseltilmesi, şenliklerden sokak gösterilerine değin bir çok eylem biçimiyle savaşın değil, barışın tarafı olduğunu ilan etmesi...

Sosyalistler, halkların umudu olarak, işte bu dinamiği barış, adalet, eşitlik, özgürlük mücadelesine etkin tarzda katmayı başarmalıdır. Demokratik ve yararlı bütün ittifaklara açık, aydın katkısıyla zenginleştirilmiş güçlü bir toplumsal aydınlatma ve eylem planını hayata geçirmelidir. Kendisini barış mücadelesi içinde, barışı kendi inşasında var edip tarihselleşmelidir.