Kurmes Dernegi Resmi Web Sitesi

ASLI’NIN GELİNCİKLERİ, BÜYÜMEK VE SEVDALI BİR PAZAR YAZISI

Yağmurun ince bir esintisi olur, su tozu saçlarından aşağı doğru dökülür giderdi. İskelenin önünde büfeler, büfelerinse kırmızı ışıkları vardı; kaynayan sosislerin durduğu camekânın tepesindeki kırmızı ışık... Kar yağarken çok uzak gibi görünürdü her şey. Paltomun yakalarını yukarı kaldırıp, o siyah renkli, karanfilli cigaradan bir tane yakarak uzun uzun yürümek. Sokakların çamuru elbette vardı, elbette trafik beterdi, ışıklar kırmızıdan sarıya geçerken yıllarca dururdu sanki, gazete bayilerden şiir dergileri almak, güzel şeyler okumak, neden olmasın? Cigaraların ucundan kıvılcımlar uçardı, Sait Faik illa ki Boğaziçi cigarası der, ben eski bir filmden Gelincik’i bulup çıkarırdım. Aslı, bütün oyunların dekorlarına birer kırmızı gelincik yerleştirirdi, her sahneye kendisinden bir anı bırakmak için... Ola ki Dinçer Sümer’in Eski Fotoğraflar, ola ki Maviydi Bisikletim; bu oyunları izleyip hatırlayanlar var mı Hatıralar Sınıfı’nda; parmak kaldırsınlar, buraya dönsünler, onlara çok ihtiyacımız var.
Bir kahvede oturup kanyaklı kahve içmek bizimdi. Biraz daha çabuk sarhoş olabilmek için, içine altı şeker atmak bizim, fularların mordan sarıya doğru giden bir rengi, kitapların güve yeniğinden, solgunluğun kokusuna uçan bir tarifi olurdu. Aşklar sevgiliydi, arkadaşlar dost. Periler pencerelerin kenarlarında bir yerlere uçuşur, mutfak camının önünde küçücük bir melek heykelciği dururdu, porselenden. Hemen kırılabilen şeyleri hatırlamak şimdi, seni söylerken. Kurutulmuş çiçekler kitaplardan çıkarılır çerçeveciye verilirdi. Sokaklar dardı, bozuktu ve fakat çerçeveciler, muhallebiciler, yorgancılar, yufkacılar vardı... Küçük dükkânlarında, dünya kadar meşgulmüş gibi duran, gözlüklü, iğreti, zayıf adamlardı yorgancılar, elleri iğne tutmaya alışkın, kadeh tutmaya yatkın, yorgun adamlar. Bakkallar peynir keserken önce bir parça müşteriye verir, daha sonra beğenilmesini bekler, ona göre paket yaparlardı, paket kâğıtları aydınlık yüzlüydü.Bütün kâğıtlarda yazıya, yazmaya, yazının kaderine dair bir şeyler bulurdum. Yağmurun eski bir sesi olurdu, komşunun saati gece dördü vurur, yan dairedeki yalnız yaşayan terzi kadın günde üç paket cigara içtiği için, ciğerleri yırtılırcasına öksürür, boğulurdu sanki. Belki de böyle bir kadın yoktu, Behçet Necatigil ustanın bir şiirinden çıkageldi o sadece: ‘Hadi ben çok sigara - - öksürükler / Hele çalışırken. / Ya gece yarısı, göğsü parçalanırdı / O kadın, iki ev öteden.Bilmezdik kaç nüfus her hane / Duyulurdu sertçe sesi bir kapının: / Bağıran bir erkek boşluğa karşı / Ağlayan bir genç kadın.’Babamın sattığı eski gramafonu düşünür, halının üzerine pencereden düşen ay ışığının kırıklığında, mahalledeki kilisenin tavanında gördüğüm resimleri görmeye çalışırdım. Çocuktum. Dünyada kaybolmuştum. O gramafonu tesadüfen bir eskicide bularak onu sağ yanındaki çizik izinden tanıdığım rüyayı, en sevdiğim yazarla her gün Şişli’deki anacaddede karşılaşmayı, sarı battaniyeleri, yeşil kadifeden koltukları, likör şişelerini, küçük kadehleri, tahta dolapları severdim, biriktirdiğin bitip tükenmez kutuları...Bir sinemada karanlıkta öpüşmek bizimdi mesela, meydan parklarında piknik yapmak, annenin apartmandaki kadınlarla düzenlediği altın gününden çaldığın poğaçaları alıp oraya getirmen, koca insanlar olmaya çalışırken düşüp burkulan bilek bizimdi, şiirli kartpostallar hazırlamak, Özdemir Asaf’ın o r leri söylemeyen canım konuşmasıyla okuduğu şiirleri dinlerken çay demlemek... Çünkü bir mutfak ancak demlenen çayların, yemek pişen tencerenin dumanıyla şenlenirdi, bir mutfak dumanlar içindeyse mutfaktı. Sesimiz dışardaki çocuk seslerinin arasında, dostlar, arkadaşlar bizim; ayrılıklar da bizimdi bu yüzden, fotoğraflar da, anılar da...Yağmurun yorgun bir sesi var artık camlara vururken. Fikret’in dizesiydi galiba, “Küçük, muttarid, muhteriz darbeler / kafeslerde, camlarda pür ihtizaz”, sanki her damla gri bir kuş ölüsü gibi yağıyor. Uzak bir yere giderken bir heyecandı, bir kıvılcımdı otobüsler, çocuktum, dünya kocamandı, kaybolmuştum (söyledim bunu değil mi?), ayakkabılar büyüdü, küçüldü dünya, gece şehirlerinden bir rüya gibi geçip gidildi, tabelalar ölmeye yakın yaralılar gibi kaldı, maaşlar aldık kimi işyerlerinden, vergiler ödeyen insanlar olduk, kişi başına düşen milli gelirler hesaplanırken ortalama rakamda bir pay, bildirilerin sunduğu görüşe katılırken bir imzaydık, başkaca değil, anıların durduğu sandıklar kaldırıldı, toparlandı defterler, muhallebiciler, ara sokakların prensesleri pastaneler kapatıldı, simit sarayları kuruldu yoksulluğa, lokantalarda az bamya istenip üzerine limon sıkılmıyor artık, cacık naneyle zeytinyağıyla sunulmuyor, her şey bir takım soslarda marine ediliyor kimliksiz kafelerde, modern oluyoruz derken ortalama oluşumuz; sergiler değişiyor, resimler, sinemalar, tiyatrolar değişiyor. Her şey yani...Samatya istasyonu Kocamustafapaşa olduğundan beri daha yalnızız, Haydarpaşa Garı’nın otel olmasına karar verildiğinden beri, Şan Tiyatrosu yandığından beri daha kimsesiz, Hümeyra Kırık Bir Aşk Hikâyesinden Avrupa Yakası’na geçeli beri daha sevgilisiz, Ferhan Şensoy şiir yazmadığı için daha çok buruk içimiz. Ne diyordu Oğuz Atay babasına yazdığı mektupta: ‘Bir gün ben de senin gibi ölecek miyim baba?’ Ölüp gidiyoruz gün günden.Günler ölenleri, çekip gidenleri izlemekle geçiyor, yağmurun kendine bile yağarken güzel bakmaması bundan... Ama Aslı’cığım yine de, en kötü reklamın dekorunun arka taraflarında bir yere bile, halen gelincikler yerleştiriyor.Mahzun Doğan’ın dizesinde söylediği gibi: ‘Büyümek nedir ki iç burkan bir tomar anıdan başka...’
 ONUR CAYMAZ