Kurmes Dernegi Resmi Web Sitesi

İkrarımız sözümüzdür Dêrsim’e / Ergin Doğru

Tarih tüm acımasızlığıyla vahşetini sürdürürken Munzur’un koynunda, asırların kini ile saldırdı Muaviyenin torunları. Nasiplenmedikleri insani değerlerinin son barutunu Dêrsim’de tüketirken, hiç de tarihe düştükleri kara lekeden rahatsız değildiler.

Kimi toplumlar vardır yarattıkları ile geçerler tarihe, kimi ise yaptıkları ile yer alır tarih sayfasında. Bu belirlemenin tipik örneğidir, bu coğrafyada Dêrsim ile egemenlerin kavgası. Dêrsim, tarihe her zaman kimliği, inancı ve direnişi ile geçti. Dêrsimli yüreği ile her karış toprağını direniş mevzisine çevirirken, al kanları ile boyadılar Munzur’da akan suyun her damlasını, Düzgün Baba’daki her kayayı. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e egemenler ise tarihe hep yaptıkları ile geçtiler. Osmanlı’da başlayan entrikalar, saldırılar her daim Dêrsimli’nin üzerinde eksik edilmez iken, Cumhuriyet zamanında da sürdürdüler kan ile beslenme alışkanlıklarını. Şimdi tarih Dêrsim’de yaşanan zulmü yazıyor. Orta Asya’dan at sırtında taşınan barbarlık Dêrsim’de vuku bulurken, tüm acımasızlığı ile tarih bir kez daha yazıyor kara bir sayfada yapılanları.

O kara sayfada Laç Deresi’nde uçurumlar ile yarenlik yapan onurlu Dêrsim kadınları, ana rahminde süngülenmiş yaşama merhaba diyememiş bebeler, herhangi bir dağın eteğine dizilerek kurşunlanmış mazlumlar, mağaralara tıkılarak zehirli gazlar ile nihayetlendirilen yaşamlar var. Oysaki nihayetlenen yaşam değil, tüketilen insanlığın kendisi değil midir?

Yol, erkan, ikrar bilmez cahillerin at sırtında taşıdıkları barbarlık, Dêrsim kutsalında tüketirken insana ait duyguları, kararmış gözlerin, fukara beyinlerin bu coğrafyaya yaşattığı bedbahtlık değil midir?
Çok kırıldık bu coğrafyada ne ilk ne de son olacaktı, alışkındık yaşama ortaklaşamayanların zehirli oklarından saçılan ölümlere. Lakin düşmanın da mert olanı makbuldü, görmemiştik ana karnında bebe süngüleyen namertleri. Bilmez idik uçan kuşların ölüm kusan tayyarelere döndüğünü. Usumuzdan geçmezdi ekmeğimizi yiyenlerin, ardımızdan canımızı yiyecekleri.

Çok şey öğrendik elbette. Öğrendik ki „her ağacın kurdu kendindendir”, yoksa nasıl girilir aman vermez Zel dağına. Girilse de çarpılmaz mıydı ikrar vermeyen namertler Düzgün Baba’nın, Kureyşin kutsalında. Evet, öğrendik ki ikrara yalan karıştırıp, kutsalda haram tadanlar var imiş kutsalımızda. İhanet ile kirlenmiş kanları ile uşak olmuşlar bozkırın atlılarına.
Üç taş atılmıştı Munzur’a, ikrar verilmişti kutsalımızda, yol, erkan bilenlerin yüreği ile. Bilinmez yüreğin akı karası, nur surette saklanan ihanet cambazlığı. Ondandır yol yürünmeden dönenler, erkan bilmeyen Hızır paşalar düşmüştü ak Munzur’un koyununa.

Kerbala’dan uçan turnaların ağıdı ile yakılan kilamlar taşıdı kutsalımıza direniş tohumlarını. Hüseyni bir sevda ile direnilmeli, düşülmeliydi mazlumun aşkına. Yezidin aklına bakanın, yüzü olmamalıydı gezmeye adına uygarlık denen uzun yürüyüşte.
Düşman namert olup, ihanet gezince ikrarın süreğinde, kanar gözelerde Munzur’un yüreği. Düşer ak saçlı bilgelerin dikiş tutmaz yol yaraları. Ucunda tutsaklık gözükür ovanın puştluğunda. Dağın azametinde görülmeyen küçüklükler büyümüş düz ovaların kahpeliklerle bulanmış toz bulutuna.

Düşen toprağa düştü, Munzur’la kandaşlaşıp birleşen Munzuri kadınlar el verdiler Xizir’ın siluetine. Düşmediler kahpeliklerin karanlığına, ölümde yüceleşti korudular onurlarını. Alişer’in bitimsiz serüveni sürdü o düşse de melek yüzlü rüyalarımıza. Zarife olup dolaştı silueti ihanete kurşun sıkma aşkı ile tutuşan sevdalara.
Sahan Ağa olup, dağlarda yüceleşenler gün geldi kırıldılar utancında toprağın karalığının. Toprağa karayı sürenler, kadir, kıymet, yol, erkan bilmeyenlerdi. Bir olup münkirle sürdüler karayı, ak kalbine topraklarımızın.

Zor olan ise karanlıklarda kurtuluş olan ölüm ile aklaşamayanlardı. Perçemine aklar düşmüş Sey Rızo’yo taşımadı ikrar verenler. Wuşenê Seydi, Fındıq Ağa, Küçük Hasan (Hesenê Yivrayimê Qijî), Aliyê Mirzali, Hesen Ağa (Arekili Cebrayil Ağa’nın oğlu) Resik Wuşen (Seyid Rıza’nın oğlu). Düşerken esaretin ağlarına yüreklerinde ölümün korkusu değil, ihanetin acısı düşmanın namertliği vardı. Yüzlerine çöken acı „dağların anahtarlarını kaybetmelerindendi”, yoksa ne hoştur ihanetle, kahpelikle aynı havayı teneffüs edeceğine. Gökyüzünün maviliklerinde buluşmak Alişer ile Zarife’yle, Laç Deresi kahramanı kadınlar ile kucaklaşmak, başı dik Halvori’de toprağa kefensiz düşenleri öpmek ap ak alınlarında.
Gün dönmeden karanlığa, görülmezmiş karanın çirkinliği. Karanlık saklar pislikleri, örter kötülükleri. Ne yapılacaksa karanlıkta yapılmalıdır kötüler için, aydınlıktan korkarlar karanlığa alışanlar. Karanlık ile boğmak istediler aydınlığımızı nur yüzlü pirlerimizi, seyitlerimizi.

Gece idi, karanlık idi yarasaların sevdiği gibi. Kuruldu namertlerin düşündeki ihanetle buluşmuş idam sehapaları. Cellatlar telaşlı idi Dêrsim’in kutsallarında korkuyor, ürküyorlardı dağların şahanlarından. Başları dik, korkmadan yürüdüler ölümün üstüne, ölümü yenmenin sevinci ile. Kurulan sehpalara gerilen Dêrsim’in kartalları değil, Dêrsim’e asılan insanlığın değerleriydi. İnsanlık vazgeçmiş ise kendinden neylesin Dêrsim kartalları karanlıktaki yarasaların vicdanını.

Perçemindeki aklar, yüzünde asırların çilesi, talibin sevgisi ile yürüdü çarmıha halkın bilgesi dervişi, başını kaldırıp dik baktı namerdin yüzüne, haykırdı çığlığın umudu çalınmış halkımın. Çığlığı ile yankılandı buğday meydanı „Evladı Kerbelayıh, ayıptır, günahtır, zulümdür“. Ayıp bilmez, günah tanımaz zulümkarlar anlamasa da bilgenin dervişliğini o ölümü yendi ve yeniden buluştu anahtarını kaybettiği dağların yücesiyle.


kirle bezenmişti tarihin tezahürü 
her dönüşte ağlayan bulutlar 
sızlayan gözyaşları gibi yanındaydı
eğilmeden diz çökmeden
yürürken ışığa
el açıp lanet okurken ihanete
omzunda halkın varlığı
ah piro piro Sey Rızayo

Dara düştüğümüzde koynumuzda olan Xizir el uzatmamıştı, hiç kimse duymamıştı Dêrsim’den haykırılan yaşam çığlığını. Kara bulutlar ile bezenmiş yurdumun görülmediği gibi. Ölenler ile kalmadık, çarmıhlardan kurtulamadık.

Sürüldük uzak diyarlara, lal olmuş çocuklar, ürkek barış güvercinleri gibi dolaştık yad ellerde. Kara vagonlu trenlerden indirilirken kara vicdanlı barbarlar tarafından bilinmezliklerden düştük kara yazgımıza. Sustuk kaderine küsmüş göçmen kuşları gibi yuvamıza uçacağımız anı bekledik, özlemimizden ölmeden.

Sürgün bir acıdır, yüreği yangın yeri olmuş biçareler gibi dönülür zulmün etrafında, bir gün yeniden güneş açacak umudu ile düşersin yaşam sevdasına. Ya bilinmezlikler… Koparılan ana kucağından, çekilip alınan toprağın koynundan bilinmez dillerin derdine düşen kızlarımız. Nasıl bir acıdır bu, kimin saçlarını taradığını bilemeden yaşamak. Küçük serçeler gibi konacak dal bulamayan kayıp kızlarımız. Konduğu dalın dikeni kanatırken düşlerimiz hala buluşamadık Dêrsim’in Kayıp Kızları’yla.
Dilimiz yasaklı iken, inancımızla fetvalaşırken, Kürt diye biçilmişken fermanımız yandı canımız ama „celladımızı aşkımız” sanırken kahroldu yüreğimiz. Tükendi vicdanımız pirlerimiz gerilirken çarmıha, o çarmıha çiviletenlerin resimlerini görmek duygu dünyamızdan.
Şimdi artık söz, onurun girdabında kuşatıyor yalanın sahte tahtını. Yıkılacak olan tahtlar, zihnimizdeki gölgeleri ile yok edilecek. Sey Rızo’nun, Sahan Ağa’nın, Fındık Ağa’nın, Alişer’in, Zarife’nin, Beseler’in kaybettikleri dağların anahtarları elimizde. Dağların kayıp anahtarlarını yüreklerinde taşıyan gençlerimiz söylüyor her şeye inat özgürlük türkülerimizi.
Mazlumlar’ın diyarında Delil olduk, „Cane Cane“ dedik dağların doruklarında. Şiyar ile yürüdük ay ışığında Düzgün Baba’ya, Cihan ile ulaştı özgürlüğün silueti Munzur’un üstüne. Zilanlarımız filizlendi kutsalımızda, kirlenmiş çiçeklere inat, Zarife’ye eş oldular. Bawerlerimiz oldu yaşamının baharını, ülkesinin baharı yapan.

Kutsalımız artık utancından kızarmıyor, biliyor ki kendini yaşatacak evlatları var. Çarmıha gerilen pirimizin vasiyeti, vicdana bırakılan veda hutbesidir anlayana. Dêrsim yitik ve kayıp bir coğrafyanın adı yapılmak istense de ceberut kafaların zulmü altında. Artık direniş şarkılarının yanına özgürlük halayları çoktan çekilmeye başlanmıştır.
Biz verilen sözün, alınacak öcün adı olurken, Çiğdemler, Nergisler zozanlarda daha güzel kokuyor. Her nefeste hissedilecek özgürlük sevdamız. Yaşadık ve öğrendik, kırılarak da olsa yeryüzünün artık dost yüzü olmadığını.
Şimdi düşmemeli geçmişin perdelenmiş sahte tarihine. Artık umudumuz, alınacak öcümüz verilen ikrarımız var Dêrsim’e.


söz onurdur 
bilmeyen çiğner onu
düşkünlüğün koynunda salınır cehalet
kurulur sehpalar gün doğumuna karşı
düşkünce çatılır kaşlar
o kaşlara asılır mürşidin bedeni
ihanetin mührü vurulur reyberlerin yüzüne
nur yüzünde Dêrsimi aşk 
yürürken 
korkakların zavallı sehpasına 
dermansız dizlerinin kudreti ile vurur
gölgelenmiş ikrara
ah piro piro Sey Rızayo
Ağdat’ta doğan güneş 
yarasaları kör edip
titretirken zulmü
yenilmedi hiç Yezitlerin karşısında
Hallac-ı Mansur’u bildi 
ebu Müslim oldu bir sabah
en insani tonda haykırdı 
Munzur’un bitmeyen sesini 
devran dönmüş kahpelik galebe çalmış
yiğidin düştüğü yere münkür efe olmuş
kan ile serilmiş gölgelere
vurulmuş satılmışlığın yaftası
adı Fındık Ağa, Bira İbrahim olmuş
Şahan Ağa olmuş gezmiş diyarında 
Alişer olmuş Zarife olmuş dağlara yazılmış
yeni gün için
çekinmeden baktı yaşamın boşluğuna 
gördü can taliplerini, yarenlerini, yoldaşlarını
sakalından sızan yüreğinin damlasıydı kesik Hüseyin’in
son havarilerini bırakan İsa misali
büyüdü büyüdü 
ah piro piro Sey Rızayo.