Kurmes Dernegi Resmi Web Sitesi

KAPİTALİZM, KRİZ ve SADAKA KÜLTÜRÜNÜN TEMELLERİ - 3

Konfüçyus yüzyıllar önce (M.Ö. 5 ila 6.Yy) “Bir insanı doyurmak istiyorsanız, ona balık verin; aç kalmamasını istiyorsanız ona balık tutmayı öğretin” demişti ya Çinli yazgıcı-idealist düşünürün bu sözleri krizde akla gelince balıklar hükümetin icraatlarına yönelik eleştirilerde de yer aldı.
 
Immanuel Wallerstein’ın “Tarihsel Kapitalizm” adlı kitap kapağında Metis Yayınlarınca kullanılmış Pieter Bruegel’in “Büyük Balık Küçük Balığı Yutar” adındaki 16.Yy’a ait ahşap baskısındaki bir detay küresel olguya ışık tutuyor aslında. Bilindiği gibi büyük balıkları tutmak için balıkçılar yakaladıkları daha küçük balıkları feda ederler. Küçük balıklar büyük balıklar için yemdir çünkü…
 
1960’lı yılların sonlarından itibaren “Neo-Marksist teoriler” ön plana çıkmaya başlamıştır. En önemlilerinden birisi de ABD’li sosyolog İmmanuel Wallerstein’nındır. Dünya Sistemleri Analistine göre tarih boyunca küçük toplulukları içeren mini sistemler, Dünya imparatorlukları ve Dünya ekonomileri olmak üzere 3 temel sistem var olmuştur. Wallerstein’nın da ifade ettiği gibi günümüzdeki dünya sisteminde güçler, çevre, yakın çevre ve merkez olmak üzere zengin-fakir devletler şeklinde keskin çizgilerle ayrılmıştır.
 
Immanuel Wallerstein “World-Systems Analysis: An Introduction (Dünya Sistemleri Analizi Bir Giriş)”’te (Aram Yayınları - 2004) “gerçek krizler sistem çerçevesi içinde üstesinden gelinemeyecek güçlüklerdir” demekte kapitalist dünya-ekonomi olan içinde yaşadığımız modern dünya-sisteminin 1968’deki toplumsal hareketlerle krizi iyice su yüzüne çıkarmaya başladığını ifade ederek 45-50 yıl sürecek yeni bir geçiş süreci öngörmektedir. Bu süreç toplumsal çatışmalara gebe olarak nitelenmektedir. Küreselleşme yanıltıcı bir kavram zira küreselleşme olarak adlandırılan şey tarihsel kapitalizm içerisinde 500 yıldır gerçekleşen şeyin adıdır diyerek evrenselciliğin de altını çizen Wallerstein bu kavramı da bütün insanlığa eşit şekilde uygulanan genel kurallara öncelik verilmesi olarak tanımlamaktadır.
 
Richard D. Wolff emperyalizmi bir ekonominin diğer ekonomiler üzerinde uyguladığı kontrol araçları ağı olarak tanımlamıştı. Wallerstein ise emek dahil her şeyin metalaşmasını dünya sisteminin temel özelliği olarak görmektedir. 11 Eylül’den sonra ABD’nin yerine artık ulusları aşan aktörlerin devreye girdiğini ifade eden Wallerstein, BM, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, İMF gibi kurumların ABD’nin önderliğindeki batının tekelci şirketlerine hizmet eden birer egemenlik aracı olduğuna işaret etmektedir.
 
Çevre ülkeler ileri teknolojiye sahip olan merkezdeki zengin ülkelere ucuz işgücü ve hammadde sağlamaktadır. Yarı çevre ülkeler ise Brezilya, Rusya ve Çin gibi ülkelerdi. Günümüzde kısaca "BRIC Ülkeleri" diye anılan, küresel ölçekte ekonomik ve diplomatik ataklarıyla öne plana çıkan dört ülkenin arasında bulunduğu SB sonrası yeni kutuplu dünyada ABD, Avrupa ve G-7’lere karşı güçlü ittifaklar oluşmaktadır. 1996'da bir araya gelen beş ülke, Çin Hlk Cumhuriyeti, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan Şanghay İşbirliği Örgütü (Shanghai Cooperation Organization) adını almış ve bu yapılanma örgütün ilk toplandığı yerle anılarak (Şanghay Beşlisi) 2001'de Özbekistan'ın katılımıyla üye sayısını altıya çıkarmıştı.
 
Rusya merkezli İran ve Çin Halk Cumhuriyeti gibi ülkelerle beraber Hindistan’ın da katıldığı Avrasya Birliği, ABD, İngiltere ve İsrail’den oluşan koalisyon “Büyük Ortadoğu Projesi” ile Avrupa merkezli bütünleşme sayılan AB’ye karşı günümüzde bu sürecin sonunda tartışılan yeni jeopolitik kavramlardandır.
 
İtalyan sosyalist siyaset bilimci Giovanni Arrighi de dünya sisteminin geleceği ve kapitalist evrim üzerine yazılar kaleme almıştır. Güney ülkeleri, kalabalık (pazar) nüfusa ve üreten bir işgücüne sahiptir. Arrighi bu yüzden Amerikan egemenliğinin Çin’in öne plana çıkmasıyla G. Asya’ya kaydığını savunmaktadır.
 
Alman asıllı Marksist tarihçi ve sosyolog Andre Gunder Frank Latin Amerika ülkelerindeki azgelişmişliği ise dünya kapitalizminin gelişmesine paralel olarak uzun yıllardan bu yana dünya işbölümüyle bütünleşmiş olmalarına bağlar. “azgelişmişliğin gelişmesi (development of underdevelopment)” adını verdiği bu yaklaşıma göre azgelişmişlik, uydu konumundaki geri kalmış ülkeler ile merkez konumundaki zengin ülkeler arasında, kapitalizmin dünya çapında genişlemesiyle başlayan ve bugün de devam eden ekonomik ilişkilerin tarihsel bir ürünüdür. Kapitalist ekonomik sistemden köklü bir kopuşu öneren Frank, bu görüşüyle günümüz düşünürlerini de etkilemiştir. Ulus-devlet içindeki metropol bölgelerin neo kolonileşmeye yol açarak eşitsizliği daha da arttırdığını ve elitist bir yapı ortaya çıkardığını öne sürerken D.L.Raby ise “Günümüzde Latin Amerika ve Sosyalizm” (Çeviri: Ertan Güniçer) adlı kitapta sistemi yenmenin tek olasılığının “antiemperyalist devrim” olabileceğini savunmaktadır…
 
Tekfir ve sekülerlik arasında çoğunlukçulukla çoğulculuğun ayırtına varmak da olasıdır. Katı sınıflara ayrıldığı ilk ve ortaçağlarda toplumun alt sınıflarına tinsel hazla yetinmek öğütleniyordu. İlkçağlarda Antisthenes, Aristippos ve Aipikuroscu felsefeyle yer edinen hazcılık Jeremy Bentham‘ın 18.Yy’da sistemleştirdiği pragmatist fikirler perspektifinde geliştirilmişti. 19. Yy'ın sonuna doğru İngiliz refah devleti inşa edilirken, deontologlar burjuva toplumda bireyin temel görevinin talihsiz ve yoksul insanlara yardım eli uzatmak, iyilik yapmak, cömert olmak olduğunu tartıştılar. Aile değerleri, çocukların ahlâki eğitimi, ticari sözleşmelere riayet etmek, borcunu ödemek gibi konularla birlikte "meslek kuralları" da deontoloji tartışmasına dahil oldu. İngiliz filozofu, ekonomisti, liberalizmin öncülerinden, ultilitarizm fikrinin babalarından olan John Stuart Mill "insanlar kötülüğü arzuları güçlü olduğu için değil, vicdanları zayıf olduğu için yaparlar" diyordu. Bentham‘ın ve Mill’in yaklaşımlarının temeli tabiî ki bilimdışı, refahçı ve idealistti.
 
İtalyan Katolik tarikatı olan Fransiskenlik 13.Yy’da yoksulluk ve acıyı olgunlukla yüceltip meditasyon yöntemlerine başvuruyor ve azla yetinmeyi savunuyordu. Bu inanç günümüzde de Latin ve Doğu ülkelerinde yaygınlaşmaktadır. Ancak 3.dünyanın ve doğunun edebiyat ve fikir çevrelerinde fundamentalistlik kadar postkolonyal görüşler de yaygınlık kazanmıştı; Samir Amin, Edward W. Said ve Amin Maalouf gibi doğu kökenli yazarlar doğu toplumlarına ve 3.dünyaya ilişkin az gelişmişlik üzerine yaptıkları analizlerde Frank’in bağımlılık teorisi ile Wallerstein’ın dünya sistemi yaklaşımına katkı sunmuşlardı.
 
Samir Amin Wallerstein’in etkisinde 1988’de “Avrupamerkezcilik” adlı bir kitap yazmıştır. Amin’e göre emperyalizm ve küreselleşme birbirine sıkı sıkıya bağlıdır ve ABD’nin Irak işgalinin altında başlıbaşına petrol kaynaklarına sahip olma isteği yatmaktadır. Demokratikleştirme formülü ise sadece bir bahane bir masaldır. Edward Wadie Said,  1978’de yazdığı “Oryantalizm” adlı kitabında kapitalizmin doğu toplumlarındaki postmodernizm öncesi köksalma sürecine dair fikirler veriyordu. Amin Maalouf ise romanlarında doğu halklarının neden geri kalmış olduğu konusunda sürekli analizler ve tespitler yapıyordu…
 
İdeoloji bir sınıfa ait sistematik dünya görüşü olarak kabul edilmektedir. Kapitalist sistemle tüm toplumsal ilişkiler meta ilişkileri tarafından belirlenir hale gelmiştir. Karl Marks ve Friedrich Engels birlikte kaleme aldıkları “Alman İdeolojisi”nde toplumsal bilinci materyalist tarih anlayışının özü olarak kabul etmekte ve egemen sınıflara ait düşüncelerin çarpıtılıp ezilen sınıflara benimsetilmesini yanlış bilinçlenme (false-consciousness) olarak eleştirmektedir. Marks’ta “1844 yazmaları”nda (insan doğası kuramıyla) ve “Gotha Programının Eleştirisi”nde "emeğin kurtuluşu, işçi sınıfının işi olmalıdır” sözleriyle aklın (bilinçlenmenin) önemine vurgu yapılarak proletaryanın kendi farkındalığına varmak ve gerçeklik kavraması olarak açıklık getirilen kavramlar Georg Lucas da yabancılaşma (Entfremdung) kavramından yola çıkılarak reification (şeyleşme) kavramı kullanılarak ifade edilmekteydi. Max Horkheimer ise meta kültürün (popüler kültür) yabancılaşmaya insan psikolojisini aşındırarak yol açtığını belirtmektedir. Burjuvazi bu kavramların gerçekleşmesi için çeşitli ayak oyunlarına ve türlü türlü yöntemlere başvurmaktadır.
 
Stalin’e ve Sovyet yönetimine karşı kullanılan iki ünlü simgeden biri soğuk savaş sırasında batıda özgürlük savaşçısı olarak tanıtılan ve romanları bestseller yapan Nikita Kruşçev’in desteklediği Aleksandr Soljenistin’di. Sonuç olarak Soljenitsin’in Sovyetler Birliği dağıtıldıktan sonra günümüzde kitaplarının yüzüne bakan bile kalmamıştı. Uyguladığı perestroika (yeniden yapılanma) ve glastnost (açıklık) hareketleriyle ülkesinde deregülasyon (kuralsızlaştırma) ve liberizasyon (özelleştirme) politikalarına yol açan Gorbaçov ise son katıldığı 1996'daki devlet başkanlığı seçimlerinde yüzde 1'den daha az oy alarak ağır bir hezimete uğramıştı.
 
Batı bir taraftan çeşitli destabilizasyon politikaları üzerinden emperyalist politikaları realize etmeye çalışmış soğuk savaş dönemlerindeyse bir taraftan çeşitli hileler ve propagandist yöntemlere başvurmuştur. İşbirlikçi hükümetler muhayyel hadiselere tavassut ederek çıkarlarını sürdürmüşlerdir. Bir yandan da egemen güçlerin güdümlü ekonomilerde uyguladıkları rüşvet (kleptokrasi) ve kollamacılık devletin bürokratik yapısını yıpratmıştı. Yörecilik (partikülarizm) ve akrabacılık (nepotizm) tipi güncel patronaj ilişkilerle kirli sistem burjuva devletin bütün örgelerine adeta kanserli hücreler gibi yayıldı. Konformizm ile kariyerizm salgın hastalık haline gelerek doğru dürüst üretmeden tüketen “kısır sınıflar” peydahladı.
 
Avrupa’da reformcu sosyalistler (Eurocommunism yanlıları) A. Gramsci’nin düşüncelerini baz alarak Kruşçev’in Stalin karşıtı (destalinizasyon) politikalarına dayanan ve sosyalizme ancak seçimle geçilebileceğini savunan bir model geliştirdi. Adına günümüzde aktüel sosyalizm de denen demokratik sosyalizm ya da devrim restorasyon (pasif devrim) ılımlı parti zaferi aracılığıyla toplumu dönüştürmeyi ifade eder. Oysa akılcılık, toplumculuk ve bilimsellik gibi ilkelere dayanan bilimsel materyalizmin pratiğe dönüşümünde Lenin’e göre temel Marksist devrimdi.
 
Dünya, devrim tarihini antikomünist Richard Pipes ve Orlando Figes gibi Hitler Almanyasını kollayan Amerikalı ya da İngiliz yazarlarından okumak zorunda kalıyordu. Ancak John Reed gibi devrimi günbegün izleyip büyük bir doğrulukla ve bağlılıkla anlatanlar da yok değildi. Reed “kavga sırasında sevgim bağımsız kalamadı. Ama bu büyük günlerin tarihini yeniden yazarken, ger­çekleri saptamaya uğraşan titiz bir tarihçi olarak olayların üstüne eğildim” diyordu. John Reed’in yazdığı ve Grigori Aleksandrov’un yönetmenliğini yaptığı “Dünyayı Sarsan On Gün” (Yordam Kitap) 1917 Sovyet Devrimi'ni olanca canlılığıyla yansıtan sarsıcı bir yapımdır. Ülkemize Digital Kültür tarafından kazandırılan belgesel filmde, gerçek tanıklar ve görüntülerle, Rus tarihinin çarlık despotizminden Bolşevik Devrimi'ne doğru akan zaman dilimindeki tüm evreler ve olaylar olduğu gibi anlatılmaktadır:
 
300 yıllık çar hanedanı 160 milyon insanı (dünyanın altıda biri) kilise ile birlikte temsil etmektedir. Bütün kırsal arazi ve emlâk çar ailesine aittir. İktidarını ve sömürüsünü Tanrıyla payandalayan çar tahtı Tanrı tarafından bahşedilen bir nimet olarak görmektedir. Köylüler ölesiye çalışırken hanedan ise eğlencelerle vakit geçirmektedir. Öte yandan okuma ve yazmaya önem vermeyen kilise ve otokrat (buyurgan) rejim halk üzerinde baskı kurmuş, çara bağlı askeri kuvvetler köylerle kasabalara baskınlar düzenleyerek tutuklamalar ve sürgünler yapmaktadır.
 
Yüzyıllardır süregelen bozuk düzende köylülerin çalışma şartları çok ağırdır. 1889-1893 yılları arasında Samara’da yaşayan Lenin bu şehirde avukatlık yaparken açlık ve sefalete tanık olur, arkadaşları arasında Marksizmi gizlice yaymaya çalışır. Politik tavrı nedeniyle yardım kuruluşlarına katılmayı reddeden Lenin’e göre bu açlık ve sefalet kötü organize olmuş toplumun sonucudur. Toplum değişmeden kaldığı sürece her zaman böyle felaketlere açık kalacağını savunan Lenin tüm köylüleri kapitalist toplumun bu tavrına karşı tepki göstermeye çağırır…
 
Dünya kapitalizmin büyük kriziyle henüz karşı karşıyayken aynı yıl 1929’da Stalin “İktisat örgütlenmesinin sosyalist örgütlenme biçimi olarak kollektif çiftlikler, eğer başlarında gerçek devrimciler, Bolşevikler, komünistler bulunursa ekonomik inşa harikaları gerçekleştirebilirler” diyerek SSCB’de zengin köylülüğün (kulakların) sınıf olarak tasfiyesine girişecek, kollektivizasyon, endrüstrileşme ve planlı ekonomi politikasını devreye sokacaktır. İç savaştan sonra uygulanan NEP ile çarlık dönemi ve feodal kölelik (serflik) sisteminin tüm kalıntıları ortadan kaldırılmıştır. Fakat Stalin, ülkenin kalkınması hem de emperyalistlere karşı daha güçlü olabilmek için hızla sanayileşmeyi de hedeflemişti. Lenin’in demokratik halk devrimine sadık kalarak Rus tarım programını da izleyen Stalin’in 1929’da başlattığı ekonomik ve sosyal uygulamalarına karşılık ise 2.Dünya Savaşı öncesinde dünya siyaseti iki koldan gelişmiştir.
 
1929’da New York borsasının çökmesiyle 1920’lerin hızlı ekonomik gelişmesinin sona erdiği ABD’de iktidara geldiği aynı yıl F.Roosevelt New Deal (Yeni Düzen) olarak adlandırılan programı devreye sokarken 1933-1945 arası dönemi kapsayan programla aynı tarihlerde Naziler ise P.Joseph Goebbels’in propaganda bakanlığında savaş yanlısı politikalar izler…
 
Marks “insanlık tarihi sınıf çatışmalarının tarihidir” diyerek dünyanın geçireceği toplumsal süreci üretim tarzı itibariyle aşamalara ayırır. Bunlar ilkel komünal toplum, köleci toplum, feodal toplum, kapitalist/emperyalist toplum ve sosyalist/komünist toplum şeklindeydi. Günümüz çok uluslu şirketlerin ve tröstlerin sultasındaki piyasalardan oluşmakta. Lenin’e göre emperyalizm, kapitalizmin ileri aşamasıydı ve “Emperyalizm genel anlamda, kapitalizmin bazı özelliklerinin gelişimi ve doğrudan doğruya devamı olarak ortaya çıkmıştır”. Bu aşamanın en belirgin özelliği ise mali sermayenin egemenliğidir.
 
1929’da olduğu gibi zaman zaman patlak veren büyük ekonomik krizlerde ekonomik ve sosyal önlem paketleri ortaya sürülerek emekçilerin tepkisi geçici olarak yatıştırılmaya çalışılır. 18.Yy’da gelişen sanayi devrimi ve kentleşmenin hayırhah ahval doğurmayacağı anlaşıldığında burjuvazi, üretim ve insan gücü (emek) ile ilişkilere bir çekidüzen vermek için sosyal politikalar geliştirmek ihtiyacı duymuştu. 1.Dünya Savaşı’ndan sonra 17 devletin koptuğu ve düvel-i muazzama’dan (büyük devletler) biri olan Osmanlı Devleti parçalanmış yerine ulus-devlet temelinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu. Büyük krizin ardından sahneye konan 2. Dünya Savaşı’na katılmayan Türkiye doğrudan zarar görmemiş ancak dolaylı yoldan bütün ülkeler gibi savaştan etkilenmiştir. Avrupa ülkelerinde feodalite yıkılıp yeni sınıflı toplum ve sermayenin gelişmesiyle sanayi devrimiyle birlikte ortaya çıkan aydınlanma ve modernleşme hareketleriyle tipik antiklerikalve akılcı ilkeler de uygulanmaya başlamıştı. Cumhuriyet ilan edildikten sonra laiklik ve çağdaşlık ilkelerini esas alan TC peş peşe uygulanan inkılâplar yoluyla saltanatı ve hilafeti kaldırarak Batı’nın egemenlik (ulus) şekline uyum sağlamaya çalışmıştır.
 
Osmanlı’dan devralınan ekonomik ve sosyal yapıyı değiştirmek için kolları sıvayan TC bürokrasisi de devlet kapitalizmi (devletçilik) yoluyla sanayileşmiş burjuva sınıflı bir toplum oluşturmayı hedefledi. Kalkınmanın lokomotifi olarak görülen ağır sanayinin dışında ufak tefek işler için özel girişimlere izin veriliyordu.  1930’ların sonuna kadar uygulanan devletçilik siyaseti ile en hızlı kalkınan üç ülke (SSCB ve Japonya’dan sonra) arasına girmeyi başaran Türkiye’nin Dünya ortalaması 119 iken 1929 yılında 100 olan dünya sanayi üretim indeksi, 1939’da 196’ya ulaşmıştı. 1927de 1000 olan milli gelir hızlı nüfus artışına rağmen, 1939’da 1625’e yükseldi.
 
Bir ekonomik politika olarak “devlet kapitalizmi” yaklaşık kırk yıl 1920’den 1930’ların sonuna kadar uygulandı. Türkiye’deki rejimin karakteri değiştikçe seçim sisteminin dayattığı iki partili siyasal yapının devlet-parti görünümü de değişiyordu. CHP’nin yerine gelen DP devletçi sistem yerine emperyalist ABD ile ilk güçlü ilişkileri kurmuş tekelci ve işbirlikçi burjuvaziyi atağa kaldırmıştı. İlerleyen yıllarda Türkiye ekonomisine biçilen rol ise montaj sanayii idi. Montaj sanayii, yabancı sermayenin pazarı ele geçirmek, ucuz işgücü, hammadde ile taşıma giderlerinden kurtulmak için egemen sınıflarla iş birliğine dayalı yarı sömürge feodal-komprador ekonomik modeliydi.
 
1970’li yıllarda ortaya çıkan petrol krizinin de etkisiyle dünya kapitalizmi değişim geçirmeye başladı. Batı sosyal devletçi, sosyal demokratik kapitalizm modelin uygulamalarını rafa kaldırıyordu. Toplumsal muhalefet ise diktatörlük öğeleriyle tahkim edilen devlet aracılığıyla bastırılacaktı. Devletin ekonomideki korumacı rolü bitiyor vahşi rekabet dönemi başlıyordu.
 
12 Eylül cuntası Türkiye’yi dünya kapitalizmine entegre etmek ve burjuvaziyi tekelci emperyalizmin istediği doğrultuda yapılandırmak için devreye sokulmuştu. 12 Eylül rejimiyle dışa bağımlı ekonomik bir yapı ve ihracata dayalı gelişen güçlü bir işbirlikçi burjuva sınıf oluşturmak için görev ANAP’a ve eski MSP’li Turgut Özal’a verilmişti.
 
Monetarizm aşırı sağcı noe-liberalist bir akım ve kapitalizmin geldiği en son aşamadır. Milton Friedman 1976 yılında “Paranın Miktar Teorisi Üzerine Çalışmalar” başlıklı bir kitap yayınlayarak monetarizmin (parasalcılık) temel ilkelerini ortaya atmıştı. 1970 krizini ve ekonomideki istikrarsızlığı Keynesyen uygulamalarla enflasyona bağlayan Friedman bunların yerine “süper kapitalizm” olarak da adlandırılan bir model öneriyordu. Friedman, sıkı para politikası ile devleti küçültme yanlısıydı ve sosyal harcamaları kısarak devleti özel teşebbüslerin yönetmesini savunuyordu. Monetaristler prensip olarak ekonominin hiçbir zaman tam istihdamda olmayacağını kabul ederek işsizliği, eşitsizliği ve yoksulluğu da her hâlükârda savunmuş oluyordu. 1970 sonrası Friedman’ın monetarist Chicago ekolü baş tacı yapılarak Türkiye’de dahil uluslararası kapitalist sisteme bağımlı bütün dünyaya model olarak 1979’da Thatcher ve 1981’de Reagan Hükümetlerince pompalanmıştı. ABD emperyalizminin desteğini alan işbirlikçi oligarşi de Türkiye’de monetarist modeli uygulamaya geçirmişti…
 
Literatüre “time-space compression (zaman-mekân sıkışması)” terimini kazandıran David Harvey’dir. İngiliz neo Marksist kuramcı ve coğrafyacı David Harvey 2003 ve 2005 tarihlerinde peş peşe “The New İmperialism” ve “A Birief of Neoliberalism” adlı 2 kitap yazmıştı. Harvey, ABD öncülüğünde neoliberalizm’in “zorla biriktirim” esasıyla finansal yöntemlere başvurup aşırı kârı dayattığını, 1970 sonrasında New-Conservation (Yeni Muhafazakârlık)‘a dönüştürülerek servetin üst sınıflarda toplanmasına aracılık ettiğini belirtmişti. Postfordizme “esnek birikim” adını veren Harvey’e göre iletişim ve küreselleşme, zaman ve mekân farklılığını ortadan kaldırıp hız ve boyutu arttırarak kapitalist sistemin yayılması ve sermaye birikimini kolaylaştırmıştı. Neoconservatizm de liberal ve serbestlik anlayışıyla (permissiveness) gelişip yayılmıştır.
 
Neo conservatizm (yeni muhafazakâr) ve neoliberal program taviz verilmeden Türkiye’de de sürdürülmüş, ANAP ve AKP gibi neoliberal politikaların uygulamacısı kesilen yeni sağ partiler ekseninde bütün ulusal varlıklar satılığa çıkartılmış emperyalist ülkelere aktarılmıştır. Tarım da dahil olmak üzere dışa bağımlılık artmıştır.  ABD dünya ticaretinin 1/5’ine sahip bir ülkeyken Türkiye’nin ABD’ne ihracatı ise günümüzde yüzde 1 bile değildir.
 
Türkiye’de ABD mandacılarının hedefi ulusal kurtuluşçu mücadeleler döneminde dinsiz ve milliyetsiz bir devlet sayarak şu ya da bu gerekçeyle Amerikan mandacılığında diretmek değil miydi, günümüzde evangelistlerin ağırlıkta olduğu ABD emperyalizminin dini ve imanının da paradan ibaret olduğu görülmedi mi?; ırkçı ve sınıfsal bir temele sahip olan Neocon akım ABD’de tasarlanarak Leo Strauss’un Ortodoks Yahudi görüşleriyle ekonomi ve siyaset bilimine izafe edilerek dünyaya yayılmıştır. Özellikle bu görüş Türkiye gibi az gelişmiş ülkelerde medya gibi kamuoyunu oluşturan güç odakları tarafından kanalize edilerek Karl Polanyi’nin ifadesiyle toplumsal ve kültürün içine yerleşmişliği (embeddedness) sağlanıp ekonomiye hâkim kılınmıştır. 12 Eylül rejimi ile özellikle 1990 sonrasında neoconservatist programlar aşırı milliyetçi ya da muhafazakâr sözde girişimci bürokrasinin (girokrasi) uygulamaya geçirdiği aslında ulusal ekonomileri teslim almayı amaçlayan emperyalistler için yeni bir taktik olmuştur sadece.
 
Türkiye günümüzde borçla borç ödeyen bir ülke konumuna sokulmuştur. Dış borcun 50 milyar dolarlık kısmı 1 yıl içinde ödenmesi gerekirken İMF’yle yapılması düşünülen stand-by anlaşması bunun tipik bir göstergesidir. Türkiye son 10 yılda 54.5 milyar dolarlık dış borç faizi ödemek zorunda bırakılmıştır. Öte yanda borçlanma politikası yanında özelleştirmeler vasıtasıyla da öz kaynaklar elden çıkarılmaktadır.
 
Türkiye OECD’ye üye ülkeler arasında en adaletsiz gelir dağılımı sıralamasında ikinci, BM’e üye ülkeler arasında sondan 21. sırada bulunmaktadır. 9 bin dolar olarak gösterilen kişi başına düşen milli gelire karşılık 52.3 kişi yoksulluk, 10 milyon kişi açlık sınırında yaşamaktadır…
 
Sosyal yardımların bir ayağı da konuttur. Sağlıksız kentleşme ve özellikle konut sorunu sanayinin gereksinim duyduğu iş gücünü sanayi bölgelerinde toplamasından kaynaklanıyordu. Özellikle 3.dünya ülkelerinde zengin doğal kaynakların bulunduğu bölgelerde yaşayan batılılar kendilerini yerli halkın yaşadığı fakir bölgelerden soyutlayarak özerklik (otonomi) istemekte ya da yoksullar “gentrifitacion (soylulaştırma)” gibi ırkçı ve sınıfçı temelli politikalarla yurtlarından kopartılmaktadır. İskoçyalı Marksist coğrafyacı Neil Smith’in üzerinde sıklıkla durduğu gentrification terimi yüksek gelirli kesimlerin düşük gelirlilerin yaşadıkları mahallelere yerleşerek buraları yenileyerek dönüştürmesini ifade etmektedir:
 
“Neil Smith'e göre, New York ve İstanbul'da olagelenler aslında yeni tür bir şehirciliğin habercisiydi. 1974 mali krizinden sonra değişen üretim coğrafyasının, merhalelerle şehirleri dönüştürmesinin sonucu olarak bir zamanlar Batı şehirlerinde orta sınıf tarafından gerçekleştirilen bir anomali olan soylulaştırma, özellikle şehir merkezi söz konusu olduğunda evrensel bir hal almıştı. Küresel finans sektörü, üretim ağları zayıflamış ulusal sınırlar içindeki merkezleri, daha çok finans ve ona bağlı örgütsüz hizmet sektörünün yoğunlaştığı metropolleri, 'soylulaştırma' ve emlak spekülasyonu vasıtasıyla yeni bir kapitalist artı değer üretme aracı olarak değerlendiriyordu” (Ulus Atayurt, Birgün, 27 Kasım 2007).
 
Türkiye’de AKP’nin de “kentsel dönüşüm” adıyla uygulamaya soktuğu projeler emekçileri ve yoksulları dışlayan bir “kentsel sürgün (displacement)” örneğine dönüştürülmüştür. Popülist bir yaklaşımla konut piyasasına el atan ve TOKİ’yi devreye sokarak bir siyasal rant aracına dönüştüren iktidar hem inşaat sektörünü canlandıracağını hem de bir süre için ekonomik durgunluğa çözüm bulacağını öne sürmüştür. Piyasa yaratılmaya çalışılırken stratejik kuruluşlar bile yok pahasına satılmıştır. ABD’de bile iflas etmiş sistemden (ipotekli satış) düşük gelir (ödeme gücü) ve yüksek maliyet (girdiler) gibi nedenlerle başarı ummak hem saçmalık kamu mallarını satışa sürerken bir yandan da devletin olanaklarıyla yoksul mahallelerinde pahalı ve lüks konutlar üretmek hem büyük bir çelişkidir. 
 
Siyasal liberalizmin babası Adam Smith’in kehaneti gerçek mi oldu? Kendi başına buyruk her şeyin metalaştığı dünyada kapitalist toplum kendini kendini yönetmeye mi başlamıştı. Karl Polanyi günümüzde piyasa dizginlerini artık toplumdan kopartmış ve eğer düzenlenmezse kendini çevreleyen toplumu ve doğayı da yok eder demişti. David Harvey, Neil Smith, Cindy Catz ve Noel Castree gibi yazarlar çevre sorunlarının kökeninde de kapitalist iletişim ve toplumsal sistemin yattığını ifade etmektedir.
 
Özgürlükçü yeni sol akımlarla post Marksist jenerasyonun da kapitalist sisteme ilişkin eleştirileri var. Antonio Negri, Michael Hard ile yazdığı “Empiere (İmparatorluk)” adlı kitapla postmodernist sürece ilişkin yeni iktidar ve direniş teorisi gerçekleştirmeyi amaçlamıştır. Negri otonomi hareketiyle işçi sınıfının özerkliğini savunarak dünyanın “çokluk” diye tabir ettiği geri kalanının örgütlenmesiyle yeni muhalefetin oluşmakta olduğuna işaret etmektedir. Negri’ye göre Dünyanın imparatorluğu sadece Avrupa’yla sınırlı kalmayacaktı. Hardt’la 2004’te yine birlikte kaleme aldıkları "Multitude: War and Democracy in the Age of Empire (Çokluk: İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi)” adlı kitapta ise çokluk kavramını internet ve ağlı toplumun değişen üretim yöntemleri ve toplumsal mücadelesi üzerinden geliştirmiştir…
 
P.Sweezy ve P.Baran’la birlikte çağımızdaki kapitalizmin ekonomi politiği üzerine çalışmalar yapan ve Roosevelt döneminde Sovyet casusluğuyla suçlanan Harry Samuel Magdoff, 1969’da “Emperyalizm Çağı: ABD Dış Siyasetinin ekonomisi” adlı kitapta kapitalizmin günümüzdeki tekelci aşamasına vurgu yapar. ABD’nin hegemonik güç olmasının nedenlerini de açıklar. ABD’nin tek başına hegemon güç haline gelmesi süreci Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla başlamıştır. “Küreselleşme” söylemi böylelikle ortaya çıkmıştır. Hindistan’lı Marksist ekonomist Prabhat Patnaik ise yeni emperyalizm çağında kapitalist egemenliği finansal sermayenin farklılaşmış yapısında görür.
 
Wallerstein’ın sözünü ettiği “dünya ekonomileri” dönemi geniş siyasal örgütlerle devletlerin oluşturduğu tekelci dönemdir. Yönetsel açıdan gelişmemiş ilk toplulukların (mini sistemlerin) birleşmesiyle Dünya imparatorlukları (M.Ö.8 bin – M.S.1500 arası) ortaya çıkmış ve ekonomik faaliyetler belirli merkezlerde toplanmaya başlamıştı. Modernizm kapitalizmin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı, ulus devlet ise ticaret burjuvazisinin egemenlik sınırlarını çizmek ve kapitalist pazarı daha da fazla geliştirme gereksinimi ile oluştu. Fransız tarihçi Fernand Braudel 19.Yy’a kadar Avrupa’da modern devletin gelişememesini o dönemin kapitalizmden yoksun olmasına bağlıyordu. Modernleşme kuramı Emile Durkheim ve Max Weber’in 19.Yy’da ortaya attığı görüşlerle şekillenmişti. Başlıca temsilcileri Arthur Lewis, Marion J. Levy Jr., James S. Coleman ve Wilt Whitman Rostow gibi ülkelerin az gelişmişliğini kapitalist değerler (süreç) sistemine ulaşmamalarına ve gelenekçi toplum yapısına bağlayan iktisatçılardı. Immanuel Wallerstein, Andre Gunder Frank, Samir Amin ve Dos Santos gibi yazarlar tarafından savunulan Bağımlılık kuramı (dependency) ya da Dünya Sistemi ise çok uluslu şirket (yabancı sermaye) yatırımlarının ekonomik büyüme ve gelir dağılımını iyileştirebileceğini ileri süren modernleşme kuramcılarına tepki olarak doğmuştur.
 
Andre Gunder Frank metropol-uydu, S.Amin merkez-çevre ilişkisi bağlamında ele almasına karşılık Fernando Henrique Cardoso bağımlılığı salt dış etkenlere bağlamaz. Doğrudan yabancı sermaye yatırımları yerli üreticileri ve işgücünü etkileyerek (reel sektör kronik kriz ve gelir dağılımı bozukluğu) ulusal ekonomileri tahrip etmekte ve emek değerini düşürerek kâr transferlerine sebep olmaktaydı. Dos Santos ise az gelişmiş ülkelerin bağımlılık biçimlerini koloni bağımlılığı, teknolojik bağımlılık ve finansal bağımlılık şeklinde 3’e ayırmıştı. İlki uluslar arası ticaretin (hammadde, işgücü ve ithalat/ihracatın) kontrol edilmesi yoluyla bağımlılık, ikincisi teknolojik mallara ithalat yoluyla bağımlılık ve üçüncüsü de bankacılık ve finansal düzeni yoluyla tabi kılınan bağımlılıktı.
 
Emperyalist paylaşım savaşlarıyla sosyal refah devletinin genişleme politikalarına sermaye birikim sisteminin sonucu olarak krizler de eşlik etmiştir. BM’ye göre günümüzde ABD’deki bazı bölgelerde bile yoksulluk ve çocuk ölümlerinin 3.dünya ülkelerinden fazla olduğu ve özellikle siyah ırkın ve Hispanik Amerikalılar arasında sağlık hizmetlerinden yararlananların çok düşük olduğu belirtilmektedir.
 
ABD medyasından yansıyan haberlere göre banka ve finans kurumlarına devlet tarafından el konması, sokakta yatan milyonlarca insanın yaptıkları gösterilerden sonra krizin boyutları da anlaşılmaktadır. Milyonlarca Amerikalının evi haczedilmiş, tasarruflar erimiş, işsizlik artmış, düşük ücretler ve aşırı tüketime dayalı küresel ekonomiye bağlı olarak mortgage sistemi de iflas etmişti. Vurguncuların kalesi olarak bilinen Wall Street’in en tanınmış bankalarından Goldman Sachs batmıştı. ABD’nin keynesyen politikalara bağlı olarak işsizlik ve yoksulluğu önlemek amacıyla 1929’daki büyük buhran sonrası konut piyasasına destek vermek için kurduğu Fannie Mae ve Freddie Mac isimli iki dev mortgage şirketi bile devletleştirilmiştir.
 
Tek kutuplu sistemle başlayan ek borçlanma dönemi (Doğu Avrupa ve Ortadoğu’daki turuncu ve yeşil vs. rejimleri ihdas etmesi, Kafkaslar ve Afrika’daki yayılmacılık planları vs.) ve 150 yıl önce İngiltere’yle beraber başlattığı anglo-sakson kapitalizmin iflası emperyalistleri finansa edecek gücünün kalmadığını göstermektedir. Ancak ABD BOP adı verilen planla yeni enerji kaynaklarını canlı tutmak istemektedir. BOP Leo Strauss ve Allan Bloom gibi Amerikalı fikir babalarının ortaya attığı günümüzde ise Fransis Fukuyama gibi neoconların savunduğu yeni sömürge aygıtıdır.
 
 
TAMER UYSAL