Kurmes Dernegi Resmi Web Sitesi

KAPİTALİZM, KRİZ ve SADAKA KÜLTÜRÜNÜN TEMELLERİ (2) - Tamer UYSAL

Atlas Dergisi’ndeki (Sayı 101 / Ağustos 2001) bir soru dikkat çekiyordu. “Daha zengin ve yalnız bir insanlık mı düşlerdiniz yoksa daha çok paylaşan ve daha mutlu bir insanlık mı?” Üniversite yıllarında hocalarımızın bizden yanıtını beklediği başka bir soruyu daha anımsıyorum: “Teknolojinin geliştiği günümüzde mi, yoksa ilkçağlardaki insanlar mı daha özgürdü acaba?” Aslında bu soru insanlığın ilk çağlardan beri tartıştığı temel sorunlardan bir tanesini “egemenlik” ve “çelişki” kavramının ortaya çıkmasında vardığı aşamayı ortaya koymaktadır.
Ramazan çadırları ve toplu iftar yemekleriyle işareti verilen sadaka kültürü AKP’nin kömür torbaları ve erzak kolileriyle şirazesinden çıkarak sadaka dağıtan bir devlet modeli ortaya çıkarmıştı. Mustafa Balbay bir yazısında “sosyal devlet yerini sadaka sistemine bıraktı” diyordu.
 
Kısaca hatırlatayım. MÖ 7.Yy’da yaşayan Yunanlı bilgin Hesiod başlangıçta insanların sade ve basit bir yaşam sürdüklerini ifade eder. MÖ.4.Yy’da yaşayan Empedokles ise Hesiod’a katılarak “Altın (mutlu) Dönem”de hatta insanlarla hayvanlar arasında bile düşmanlık olmadığını çünkü doğanın bütün canlılara yeterli kaynağı sağladığını belirtiyordu. Bu dönem doğanın nimetlerinden beraber yararlandıkları hiç kimsenin kimseye egemen olmadığı henüz savaşlar ve çelişme (mücadele) olmayan bir dönemdir, fakat para ile servetin ortaya çıkması Demir (karmaşa) dönemini yani tahakküm ve cebir dönemini de başlatmıştı.
Bu görüşe karşı çıkan Demokritos altın dönemden demir dönemine bir geçişin söz konusu olmadığını insanların tersine daha olgun dönemlere ulaştığını ileri sürüyordu. Tarih içinde insanlar medenileştikçe karmaşa ve güçlüklerden de uzaklaşıp daha müreffeh bir hayata ulaşmıştı. Demokritos’un yaşadığı dönem Yunan felsefesinde "kozmolojik dönem" olarak adlandırılan M.Ö. 600'den 450'ye kadar süren ilk dönemdir. M.Ö. 450 civarı kısmen erken Yunan felsefesinin iç dinamiklerinden kısmen de siyasî koşullardan kaynaklı, Atina'da bir değişimin yaşandığı demokrasinin de başladığı dönemdi. Egemenlik kavramı medenileşme sonucuydu Demokritos’a göre. Bu konuya eleştiriler Fredy Perlman ve John Zerzan gibi anarko-pritimitivistlerden gelmiştir ancak John Moore’un “A Primitivist Primer (Primitivist Okuma Kitabı)’nda da belirttiği gibi nüfus konusunda bile anarko-primitivistler arasında bir fikir ve oy birliği yoktur. Anarko-primitivistler modern teknoloji ya da uygarlığa değil güç ilişkilerini biçimlendirdiğini ileri sürdükleri bütün sistemlere karşıdır.
Marks Engels’le birlikte kaleme aldıkları Alman İdeolojisi’nde ise geçim araçlarının üretimini yaşamı sürdürmek için gerçekleştirilen tarihsel ilişkiler ya da toplumsal faaliyetin temeli olduğunu ifade etmektedir:
“Ama yaşamak için her şeyden önce içmek, yemek, barınmak, giyinmek ve daha bazı başka şeyler gerekir. Demek ki, ilk tarihsel eylem, bu gereksinmeleri karşılayacak araçların üretimi, maddi yaşamın kendisinin üretimidir, ve bu, binlerce yıl önce olduğu gibi, bugün de salt insanlar yaşamlarını sürdürebilsinler diye günbegün, saatbesaat yerine getirilmesi gereken tarihsel bir eylem, bütün tarihin temel bir koşuludur”.
Hesiod'a göre tarih, sürekli bir dönüşün hareketidir. Yani tarih, altın dönemden başlayarak demir döneminden geçtikten sonra yeniden altın dönemine dönen bir yol izler. Demokritos’a göre ise insanlık tarihi sürekli bir gelişimdi. İnsan, tarihin akışı içinde, başlangıçtaki hayvan yaşamından sürekli uzaklaşarak daha iyi bir yaşama kavuşmuştu. Karl Marks’ın 1841'de hazırladığı doktora tezinin başlığı da “Differenz der Demokritischen und Epikureischen Naturphilosophie (Demokritos İle Epikuros'un Doğa Felsefeleri)” adını taşımaktadır…
Günümüzde insan nüfusu ve etkisi hızla artarken doğanın yok oluş süreci hızlanmıştır. Tarım Devrimi, Sanayi Devrimi, Bilgi ve İletişim Devrimi gibi süreçlerden sonra doğal süreç modernite sonrası kullanıma açılan coğrafya ile birlikte insan sayısının çoğalmasına karşılık diğer canlı türleri ve doğal yaşamı hızla tüketmeye başlamıştır…
İşsizlik, açlık, yoksulluk ve gelir dağılımı adaletsizliği toplumun başat sorunları. Yoksulluk özellikle doğu ve güneydoğu bölgesi olmak üzere bütün yurda yayılmış durumda. 8 milyon aileye kömür milyonlarca insana gıda paketi dağıtımının konuşulduğu bir ülke haline geldik. Her dört kişiden birinin açlık veya yoksulluk sınırında yaşadığı çalışma hakkından yoksun bırakıldığı bir ekonomik sistemle toplum yoksullaşıp iktidara kucak açar hale getirilmiştir.
İşte bu manzaranın fotoğrafı kısa bir süre önce gazetelere Adana’da da yansıyordu. Doğu ve Güneydoğu illerinden göç edenlerin yaşadığı yoksul mahallerin çocukları karınlarını doyurmak için semt pazarlarında atılan sebze ve meyveleri topluyordu. Pazar esnafına göre böyle çocuk sayısı son 1 yılda 3’e katlanmış.
Cumhuriyet Gazetesinde yayınlanan bir araştırmaya göre Türkiye’de 06-14 yaş arası her 10 çocuktan birisi yoksulluk nedeniyle ilköğretim hakkından yoksundur (10 Eylül 2008). Öte yandan paralı eğitim sistemi ve eğitim alanında uygulanan özelleştirme politikası nedeniyle ilk ve orta öğretim gibi temel eğitim basamağındaki dengeler bile bozulmakta.
Aslında dışa bağımlılık ve yoksulluk, toplumun cehaleti ve çaresizliğini kullanarak fonlanıyor. Dün çeteleri finansa eden sömürgeci anlayış günümüzde öz varlıklarımıza teker teker el koyarken bir yandan da açıkça yanlış hükümet politikalarını destekliyor. Türkiye’de şirket kurtaran TMSF ile kömür, gıda vs. yardımı yapan belediyeler de dahil olmak üzere aslında bütün kurumlar hazineye, hazine de dış ülkelere borçludur. Borçlandırma politikası ilk başta bütün devlet kurumlarında yaygınlaşıp aşağıdan yukarıya doğru bir silsile izler görünse de en nihayetinde toplumun alt kesimlerini sürekli yutmaya hazır dev girdaplara benziyor…
Kriz yüksek piyasa aygıtlarıyla (faiz, döviz, borsa vs.) işleyen küresel ekonominin aşırı üretim ve tüketim dengesizliğinin de bir sonucudur. Türkiye ticaretinin en önemli payını tekstil ve hazır giyim sektörü karşılamakta ve ihracatın (DTÖ verilerine göre) yüzde 83’ü ekonomik kriz sonucunda "derin ve uzun süreli" bir durgunluk içine gireceğini bildiren AB'ye yapılmaktadır. TÜİK’e göre 2007’de ihracatın ithalatı karşılama oranı yüzde 63.1’di. Buna karşın dışarıdan başta petrol, demir ve çelik olmak üzere kara taşıtları ile bunların aksesuar ve parçalarını, değerli süs taşlarını ithal eden Türkiye’nin 2007 yılındaki ihracatı 107 milyar dolarken ithalatı 170 milyar dolar olmuş, 2007 yılında dış ticaret açığı, 2006 yılına göre, yüzde 16.3 artarak 62 milyar 833 milyon dolara yükselmiş ve 1 Temmuz 2007- 30 Haziran 2008'i kapsayan bir yıllık dönemde 72.1 milyar dolara ulaşmıştır…
Krizin vahameti anlaşıldıkça Başbakan’ın söylemleri de değişmekte. Krizle ilgili tartışmalar yerel seçim öncesi yarısı AKP’ye yandaş Türk medyasınca dile getirilmekten zaten kaçınılmıştı. Ancak Başbakan’ın “Küresel ekonomik kriz dünyada ciddi bir etki yarattı. İnşallah bizi teğet geçecek ve biz bunu en az zayiatla atlatacağız” (Radikal, 19 Ekim 2008) gibi sözlerine rağmen bir ciddi krizden dışa bağımlı Türkiye’nin etkilenmemesi beklenemezdi. Din üzerinden yapılan siyasetin sonucunda geldiğimiz, önce yoksullaştırılan sonra sadakaya alıştırılan ve teşhir edilen yardım kuyruklarındaki kalabalık ve izdiham manzaralarını anımsayalım. Sosyal devlet uygulamalarını sulandıran yöntemler sonucunda Deniz Feneri, Mercimek olayı vs. yargı konusu olmuşken de Şükran Soner Cumhuriyet Gazetesindeki köşesinde haklı olarak soruyordu: “Ya AKP’nin propagandasında da kullanılan devlet kaynaklarıyla yapılan yardımlarda yasal suç da işleniyor olmasının sorgulaması, hesabı olmayacak mı?” …
Sosyal yardım ve güvencenin tarihçesine baktığımızda çıkan yasa ve uygulamaların sınıfsal karakterli olduğunu ve fabrika sanayi kapitalizminin gelişmeye başladığı 17.Yy’da başladığını görürüz. Kapitalizmin temel ihtiyacı olan işgücü için çıkarılan ilk düzenlemelerin ortaya çıktığı ülke İngiltere’dir. 1601 tarihli yoksul yasası yoksulları güçsüz ve aciz yoksullar, düşkünler evi (almshouses) veya yardım evleri dışında verilen yardımlar (outdoor reliefs) aracılığıyla yardım edilen, çalışamayacak durumda olan hasta ve yaşlı kimseler ile çalışabilir acizler (paupers) diye iki kategoriye ayırmaktaydı.
Kamu kaynakları üzerinde yük olarak görülmeye başlanacak ve yoksul yasalarının temel ilkelerinden biri olan “hak eden” eden “hak etmeyen” yoksul ayrımı, sosyal politika tarihinde modern sosyal güvenlik sistemleri kuruluncaya kadar sürekli tartışılan bir konu olacaktır. Özellikle liberallerin 1834’te çıkan yeni yoksul yasası üzerindeki baskı ve düşüncelerinin etkisi büyüktü. 18 Yy. liberalleri başta Adam Smith yoksullara yardım için yapılan yasal düzenlemelere sert biçimde eleştiriler getirip karşı çıkıyordu. İkamet yasasını piyasa ekonomisi için gerekli olan emeğin serbest dolaşımını ortadan kaldırdığı için engel olarak gören Smith’e göre emeğin dolaşımının olmaması aynı zamanda da mal dolaşımının da kısıtlanması anlamına gelmekte idi (Adam Smith, An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations-Ulusların Zenginliğinin Doğası ve Sebepleri Üzerine Bir Soruşturma), 1776). İngiliz kilisesi rahiplerinden Joseph Townsend ise 1786’da yazdığı “A Dissertation on the Poor Laws”da nüfusun açlık ile kontrol altına alınabileceğini ileri sürüyordu. Townsend'ın "ve toplumda en aşağılık, en pis ve en bayağı işlerin yapılabilmesi için daima bazı kimselerin bulunmaları bir doğa yasasıdır” şeklinde savunduğu görüşleri Marks, bunu da, özellikle yoksullar arasında faal olan nüfus ilkesinin sağladığını “sefaleti, zenginliğin zorunlu koşulu diye, zalim bir biçimde göklere çıkarmıştır.“ Kapital (Cilt-I) diyerek eleştirmektedir.
Karl Marks’a göre “Doğal nüfus yasası" denilen şeyin temelinde yatan kapitalist üretim yasasından başka bir şey değildi. Emeğin sömürülmesi kapitalist birikim sağlamak ve yeniden-üretimi için ücret artışının altta tutulmasını gerektiriyordu. Sermayenin kendisini genişletmesi için gerekli olandan çok daha fazla bir emekçi nüfusu, nisbi artı-nüfusu kendi enerjisi ve büyüklüğü ile doğru orantılı olarak durmadan üreten şey (emekçileri serbest duruma getirme işlemi) kapitalist birikimin ta kendisi idi. Büyük sanayi yedek bir sanayi ordusunun bulunmasını zorunlu bir koşul olarak görüyordu. Thomas Robert Malthus ise 1798’de “Nüfus ilkesi Üzerine Bir Deneme”de yoksul yardımlarının nüfusu artıracağını savunmuştu. Tarımsal üretimden imalat sanayine geçiş döneminde köylerden kasabalara ve kentlere akan nüfus çoğalmıştı. 1834’de çıkan yoksul yasasının hazırlanmasında faydalananlar açısından ahlâki dejenerasyona neden olacağını ileri süren Jeremy Bentham gibi liberallerin etkisi olmuştur. David Ricardo ise ücretleri düşürerek, yoksulluğu şiddetlendirdiğini iddia etmiştir. Modern kapitalizmin iyice oturması için (ekmeğin fiyatı artmıştı) 1846 yılında buğday ticaretini engelleyen yasa yürürlükten kaldırılmıştır. Bu dönemde yardımsever kuruluşlar ile işçi örgütlenmelerinin sayısında önemli oranda artış gerçekleşmişti.
Alman sosyal politikasının ve sosyal devletin gelişiminde iki aşama yoksul yardımları ve işçi politikasıdır. 1870 tarihli yardım bölgeleri yasasında (Relief Residence Law) yoksul yardımlarının yerel otoriteler tarafından yapılmasına karar verilmişti. Yoksul yardımları temelde sosyal düzensizliği engellemek ve çalışma etiği oluşturmak, çalışabilir durumda olup da yardım alanlara gözdağı vermek, nüfusun iç hareketliliğinin önündeki engelleri kaldırmak gibi amaçlar için uygulanmıştır. Bismarkyan paradigma (işçi politikası) ise 1848 sonrasındaki örgütlü sosyalist hareketlenmeyi bertaraf etmek, Alman bürokrasini harekete geçirmek gibi amaçları için uygulanmıştı. “Sosyal” kavramının ortaya çıkışı ile kapitalist üretim biçimi ve üretim güçlerinin ortaya çıkışı aynı paralellikte olmuştur. Kapitalist üretim için merkezi bir öneme sahip emek gücünün üretime katılımının devamlılığı, sosyal politika ve sosyal güvenlik gibi politika biçimleri kullanılarak gerçekleştirilmiştir. Almanya’da sosyal güvenlik olgusuna hem kendi içindeki sınıf mücadelelerinin hem de uluslar arası alanda yeni gelişmekte olan yapıya karşı uyguladığı korumacı ekonomi politikalarının sonucu olarak bakılabilir.
Ülkemizde ise İmparatorluktaki sosyal güvenlik uygulamaları aile içi yardımlaşmalar, dinsel yardımlar, meslek kuruluşları olmak üzere üç kategoride toplanabilir. Dinsel kural ve geleneklere dayanan hayır kurumları Osmanlı’da yoksulların korunması açısından önemli rol üstlenmişlerdi. Zekât, fitre, sadaka ve bağışlar yoluyla yoksullara yardım yapılmıştır. Vakıflar ise daha organize sosyal yardım kuruluşları olmuştur. İmparatorluğun son dönemlerinde Darülaceze, Darüleytam ve Kızılay gibi kurumlar sosyal yardım açısından önem kazanmıştı.
Sosyal sigortalarla ilgili ilk yasa 27 Haziran 1945 tarih ve 4772 sayılı İş Kazaları, Meslek Hastalıkları ve Analık Sigortaları Kanunu'dur. Bu yasaya paralel olarak 16 Temmuz 1945 tarihinde İşçi Sigortaları Kurumu Kanunu çıkarılmıştır. 2 Haziran 1949 tarihinde 5417 sayılı İhtiyarlık Sigortası Kanunu çıkarılmış, daha sonra 1957 yılında Maluliyet, İhtiyarlık ve Ölüm Sigortaları Kanunu kabul edilmiştir. 1950 yılında Hastalık ve Analık Sigortaları Kanunu çıkarılmıştır. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde dünyada sosyal güvenlik alanında ortaya çıkan gelişmelere ayak uydurmaya çalışmıştır. 10 Aralık 1948 tarihli “İnsan Hakları Evrensel Bildirisi” 6 Nisan 1949’da Bakanlar Kurulu’nca kabul edilmiş; 7 Nisan 1948 tarihli Dünya Sağlı Örgütü (WHO) Anayasası, 9 Haziran 1949 tarih ve 5062 sayılı yasa ile onaylanmış ve Türkiye Dünya Sağlık Örgütü üyesi olmuştur. Bu sözleşmeler Türkiye’ye sağlık ve sosyal güvenlik alanlarında yükümlülükler getirmiştir.
1961 Anayasası’nda sosyal güvenlik ve sağlık kavramları birer hak olarak tanımlanmış ve bu hakların sağlanmasının devletin görevi olduğu kabul edilmiştir. 5 Ocak 1961 tarihli 224 Sayılı Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Yasası bu alanda önemli bir adım olmuştur. Bu yasa bütün sağlık hizmetlerinin finansmanının genel bütçeden karşılanmasını ve sağlık hizmetlerinin, yasal süreci izleyen herkese ücretsiz olarak verilmesini öngörmektedir. Yasaya göre “sosyalleştirme” uygulaması tüm illerde tamamlandığında, aynı zamanda herkesi içine alan bir sosyal sağlık güvencesi modeli de ortaya çıkmış olacaktır.
12 Eylül 1978’deki Alma-Ata Konferansı’nda aralarında Türkiye’nin de bulunduğu Dünya Sağlık Örgütü üyesi 134 ülke, “2000 Yılına Kadar Herkese Sağlık” sloganıyla birlikte, kendi halklarını sosyal güvenlik kapsamına almayı da kabul etmişlerdir. Oysa bu süreç ülkemizde daha 1961’den itibaren başlatılmış ve 1978 Alma-Ata Konferansı’nda alınan kararlar bu sürecin önemine vurgu yapmıştır. Ancak, “sosyalleştirme” uygulaması, 1984’te tüm yurtta birçok aksaklıklarıyla birlikte tamamlanmış görünse de yasada belirtilen çoğu hedeflere ulaşılamamıştır. Sosyal güvenlik alanında yoğun düzenlemelere gidilen bu dönemde primli sistem açısından önemli bir gelişme, 1964'te kabul edilip 1965'te yürürlüğe giren 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu ile gerçekleştirilmiştir. Bu yasayla dağınık haldeki mevzuat bir bütün haline getirilmiştir. Bu gelişmeyi 1971 yılında kabul edilen ve esnaf, sanatkâr ve diğer bağımsız çalışanlara yönelik olan 1479 sayılı Bağ-Kur Kanunu izlemiştir. Yine bu dönemde Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) ’nün 1952 tarihli 102 sayılı “Sosyal Güvenliğin Asgari Normlarına İlişkin Sözleşmesi “ 29 Temmuz 1971 tarih ve 1451 sayılı kanun ile onaylanmış, Bakanlar Kurulu’nun 1 Nisan 1974 tarih ve 7/7964 sayılı kararnamesi ile yürürlüğe girmiştir. Bu önemli sözleşme sosyal güvenlik kavramının çağdaş tanımında da belirleyici role sahip olmuştur. Sözleşmede 9 risk sayılmıştır. Bu riskler; hastalık, analık, sakatlık, yaşlılık, işsizlik, iş kazası, meslek hastalığı, ölüm ve aile yükleridir.
10 Temmuz 1976 tarih ve 2022 sayılı yasayla, en geniş kapsamlı kamu sosyal güvenlik harcaması olarak bilinen “65 yaş aylığı” uygulamasının başlatılması, önemli bir sosyal güvence örneği olmuştur. Bu yasa ile “65 Yaşını Doldurmuş, Muhtaç, Güçsüz ve Kimsesiz TC Vatandaşları”na karşılıksız aylık bağlanmıştır. 1980’li yılların başından itibaren kamu kesiminde çalışan sivil ve askeri personele yönelik tazminat niteliğindeki ödemeler, 1983 yılında sosyal yardım hizmetlerini tek çatı altında toplamayı amaçlayan Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK)’in yeniden düzenlenmesi bu alandaki öne çıkan gelişmelerdir. 1983 yılında yürürlüğe giren 2925 sayılı “Tarımda Kendi Adına ve Hesabına Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kanunu” ve 2926 sayılı “Tarım İşçileri Sosyal Sigortalar Kanunu” tarım kesiminde çalışanlara da sosyal güvenlik sağlamayı hedeflemiştir. 7 Kasım 1980’de, 1968 tarihli Avrupa Güvenlik Kodu’nun onaylanması, 1965 tarihli Avrupa Sosyal Güvenlik Şartı’nın 14 Ekim 1989’da onaylanarak 24 Aralık 1989’da yürürlüğe girmesi sosyal güvenlikle ilgili olarak bu dönemdeki diğer gelişmelerdir. 7 Kasım 1980’de, 1968 tarihli Avrupa Güvenlik Kodu’nun onaylanması, 1965 tarihli Avrupa Sosyal Güvenlik Şartı’nın 14 Ekim 1989’da onaylanarak 24 Aralık 1989’da yürürlüğe girmesi de sosyal güvenlikle ilgili olarak bu dönemde dikkat çeken gelişmelerdir…
Neo liberal politikalarla artan yoksulluk karşısında özellikle 1980’den sonra Turgut Özal döneminde devlet eliyle yardımlara meşruiyet kazandırılmış, 1986’da halk arasında “Fak-Fuk-Fon” olarak bilinen Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu oluşturulmuştu. 2004’te de Başbakanlığa bağlı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü kurulmuştur. Herhangi bir sosyal güvenlik kuruluşuna bağlı olmayan ve sağlık hizmetlerinden ücretsiz yararlanan yeşil kartlı sayısının günümüzde 10 milyona ulaştığı görülüyor.
Devlet sosyal yardım faaliyetlerini 1986 yılında kanun ile kurulan Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu kaynaklarıyla bu Müdürlüğe bağlı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları kanalıyla yapmaktadır. İlginçtir ki Başbakanın da önsözünü yazdığı Başbakanlık Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü 2009-2013 Stratejik Planı’nda Gümrüklerden, Vakıflardan ve Sosyal Yardımlardan Sorumlu Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Hayati Yazıcı şöyle demektedir:
“Ekonomik ve sosyal yönden güçsüz olanlar lehine, toplumsal eşitsizlikleri ve sorunları giderici etkin ve yaygın sosyal politikalar uygulanmak suretiyle, bu alandaki kaynakların toplumun en yoksul kesimlerine ulaşması sağlanmıştır. Çünkü meselenin, ‘Balık vermek değil, balık tutmayı öğretmek’ olduğunun bilincindeyiz”…
Başbakan ise “Toplum refahının artırılması, adaletli gelir dağılımının sağlanması, ekonomi politikalarının etkili sosyal politikalar ile uyumlu yürütülmesine, toplum desteğinin alınmasına bağlıdır. Hükümetimiz döneminde ekonomik kalkınma politikaları etkili sosyal politikalarla dengeli bir şekilde yürütülmüştür. Ülkemizin ekonomik büyüme oranındaki ve kişi başına düşen milli gelirdeki artışların yanı sıra enflasyon oranının tek haneli rakamlara gerilemesi; toplumda güven duygusunu artırmış, gelir dağılımı üzerindeki olumlu etkiler toplumun her kesimine yansımış ve yoksul vatandaşlarımız da geleceğe çok daha umutla bakmaya başlamıştır” demektedir.
Ancak Başbakan nüfus artışı konusundaki söylemleriyle kendi Sosyal İşlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı ile de çelişki yaşıyor görünmekte. AKP İzmir Milletvekili Nükhet Hotar Göksel daha önce nüfus artışı konusunda “asıl olan  sayısal bir büyüklükten ziyade, nitel büyüklüktür ki bu da ilk planda eğitimle ilgili bir sorundur” demişti (Bakınız: Türkiye’de Demografik Dönüşümün Sosyal Politikalara Etkisi, Prof. Dr. Nükhet Hotar Göksel, 20 Ekim 2005). Türkiye doğum ve ölüm oranlarında orta risk grubundadır. Bebek ölüm oranı ise binde 37'dir.
Başbakanlık Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu bünyesindeki sosyal hizmet kuruluşlarındaki (çocuk bakımevi, huzurevi) dayak, işkence gibi muamelelerin medyaya yansımasının ardından yaşanan skandallarla da çelişki yaşanmakta.
Krizi fırsata dönüştürecek primi kimseye kaptırmak niyetinde olmayan Başbakan öyle ki bu krizi fırsat bilerek “2009 yılı bütçesi küresel finans krizinin Türkiye için fırsata dönüştürme bütçesidir” demekte ve 2 milyondan fazla aileye 7 milyon ton kömür dağıttıklarını saklamamaktadır. Gelinen süreçte AKP’li belediyeler kanalıyla da bazı ailelere kömür ve erzak torbası dağıtılması sık sık medyaya yansımaktadır.
Bu tür davranışların ilköğretim düzeyindeki çocuklar tarafından bile örnek alınıp konuşmalarına yansıdığını, bir ilkokul sınıf başkanlık seçiminde “Bana oy verirseniz 100 tane sakız alacağım”, “S ile konuşmayana 1 milyon vereceğim” gibi sözlerine kulak misafiri olmuş bir yakınımdan duydum. Yoksullar dilenci yerine konuyor, 3-5 günlük bazı gereksinmelerin karşılanması vasıtasıyla en demokratik haklardan birisi olan oy hakkına da ipotek konuyor. Bu ise düpedüz oy avcılığı değil midir?
Türkiye’de ücretler gıda harcamalarına bile yetmemektedir. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2006 yılında Türkiye'de 13 Milyon yoksul insan olduğunu açıklamıştır. Başbakanlığa bağlı bir kuruluş olan TÜİK 2006 tarihli Yoksulluk Raporu’nda dört kişilik bir ailenin aylık açlık sınırını 205 YTL, aylık yoksulluk sınırını ise 549 YTL olarak hesaplamıştır. 26 Aralık 2008’de ise yeni asgari ücret 527,13 YTL olarak tespit edilmişti. Türkiye’de ödenen ücretlere bağlı olarak çalışanlar da yoksullaşmıştır. TÜİK’e göre yoksullar (nüfusun en alt diliminde yer alan kesim) gelirlerinin yüzde 75’ini zorunlu ihtiyaçlarına (gıda, konut, kira ve ulaştırma) ayırmaktadır.
Türkiye’de yoksulluğa karşı erzak ve kömür torbaları ile savaş verilmekte. Hükümet iktidarda olduğu dönemde (2003 - Nisan 2008) Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonu kanalıyla 3.2 milyar YTL’lik yardım yaptığını açıklıyordu. Haberlerde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın valilere “vatandaşın kapısını çalın, gerekirse kömür kamyonunun şoför mahalline oturun, siz gidin dağıtın” şeklinde tavsiyede bulunduğu belirtilerek “Ben dağıtıyorum, tabi ki benim valim de dağıtacak. Bunu yaptığımız zaman büyüyeceğiz” dediği de ifade ediliyordu. Seçim dönemlerinde özellikle varoşlardaki seçmene kömür ve gıda yardımı yaparak oy toplamakla eleştirilen AKP hükümeti, son 5.5 yılda yaklaşık 6 milyon ton kömür dağıtmıştı. Dağıtılan kömürün değeri 1 milyar 86 milyon 958 bin YTL'ye ulaşırken, TKİ devletten 78 milyon 558 bin YTL alacaklı bulunuyor. En çok kömürün özellikle 2004 ve 2007’de yani seçim dönemlerinde gerçekleştirildiği 27 Aralık 2008 tarihinde Cumhuriyet Gazetesinde yayınlanan bir haberde ise ailelere belediyeler tarafından gerçekleştirilen kömür dağıtımının AKP’ye oy vermeleri yönünde yapıldığı da ifade ediliyordu. Örneğin “İzmir’e 100 bin ton kömür gönderildi” başlıklı haberlerde “Sokak aralarına dağılan kamyonetlerle, listelerdeki ailelerin evlerinin önüne, üzerinde ‘TC Başbakanlık’ ve ‘Para ile satılmaz’ yazılarının bulunduğu kömür torbaları indirilerek, teslim edildi. Her aileye 25’şer kiloluk 28 torba olmak üzere 700 kilo kömür yardımı yapıldığı öğrenildi” deniyordu...
Türkiye’de 12 Eylül’le birlikte bireyciliğin yaygınlaşıp itibar görmesiyle sivil toplumcu kesilme bireysel özgürlükçü olmanın ve kendini göstermenin yegâne ifadesi haline getirilmişti. 1980’li yıllarla beraber Türkiye’de de kamusal alanın daraltılmasıyla yerini sivilleşme ve sivil toplum gibi burjuvaziye özgü kavramlar doldurmaya başlamıştı. Sivil toplum kavramı toplumsal örgütlenme biçimi olarak geliştirildi. Sosyal refah devletinden (sosyal demokratik) sonra kapitalizmin yeni politik aşaması ve siyasal liberalizm ile muhafazakârlığın sentezi olarak gelişen yeni sağ (yeni muhafazakârlık) akım, eşitlik ilkesine devlet müdahalesini meşrulaştırdığı için karşı çıkıyor, özelleştirme ve deregülasyonu (kamusal alanın daraltılması) savunuyordu. Doğrudan siyasal katılımın aracı olan demokratik kitle örgütleri yerine 1990’lardan sonra sosyal devlet anlayışının terk edilmesiyle beraber neo-liberal bakışla oluşturulan boşluk üçüncü sektör aracılığıyla doldurulmak suretiyle kamusal alan yeniden örgütlenmeye başlamıştır.
Günümüzde özellikle ABD’de sivil toplum yerine üçüncü sektör kavramı da kullanılmaktadır. Üçüncü sektör, ulusal düzeyde birinci ve ikinci sektörleri etkilemek üzere bireylerin mal varlığını, dinamizmini, etkinliğini ve yaratıcılığını gönüllü olarak kamusal alana yönlendiren bağımsız vatandaşlar sektörü olarak tanımlanmaktadır. Burada sözü edilen birinci sektör devlet, ikinci sektör ise özel sektördür. Beşinci Kuvvet olarak da gösterilen sivil toplum örgütlerinin gelir kaynaklarının hemen hemen tamamı bağış ve yardımlardan oluşmaktadır. Ülkemizde yardım  kampanyası valilik izni ile yapılabiliyor.
Türkiye’de 2008 Yılı başı itibariyle 5253 sayılı Dernekler Kanunu’na göre faaliyet gösteren dernek sayısı 78 bin’i aşmış olup bu derneklerin yaklaşık 15.000’ i Cami Yaptırma ve Yaşatma Derneği ve yine yaklaşık 10 bin’i Gençlik ve Spor Kulübü derneğidir. Birçok dernek denetimsiz olarak faaliyet göstermektedir.
Sadaka kültürü ve yardımlar konusunda dikkat çeken başka bir husus da yargıya intikal eden bir takım yolsuzluk vakalarıdır. Yardım toplayan kuruluşlar arasında yolsuzluğa karışanlar da bulunuyor. Yakın geçmişte de siyasal partiler tarafından sürdürülen yardım kampanyalarında toplanan trilyonların kişisel hesaplara aktarıldığı da anlaşılmıştı. 2860 sayılı Yardım Toplama Kanunu ancak kişi ve kurumların sorumlu kurullarına kamu yararı taşıması şartıyla yardım toplama yetkisi tanıyor, kanun gereği şirketler ve siyasi parti teşkilatları ve bunların yan kuruluşları gibi tüzel kişilere yardım toplama izni verilmiyor.
Almanya’daki mahkemeler bazı derneklerin “bağış bedeli” altında yurttaşlardan topladıkları paraları bazı bürokratların hesaplarına aktardıklarını ve siyasal partileri desteklemek amacıyla kullanıldığını açıklamıştır. Oysa siyasal partilere yardım bir kapatma nedeni sayılıyor. Alman savcılar YİMPAŞ adlı yeşil sermaye kuruluşu tarafından toplanan paraların Türkiye’de AKP gibi partilerle dinci örgütlerin finansmanında kullanıldığını vurgulamıştır. Geçmişte aynı çizgide YİMPAŞ, Kombassan ve Jet-Pa gibi kuruluşlar yurtdışındaki yardımları hortumlamıştı. Özellikle hükümete yakın sayılan bu holdinglerin daha da güçlendiği öz kaynaklarıyla sermayelerinin katlandığı belirtilmektedir. 2000 yılında çıkarılan kanundan izinsiz halka arz yoluyla yurt içi ve dışında 5 milyon euro’luk bağış toplayan yeşil sermaye (İslâmi holdingler) kuruluşları da yararlanmıştır. YİMPAŞ, Kombassan, Sayha, Endüstri ve İttifak gibi kuruluşların cezaları ertelenmiştir (Birgün Gazetesi, 18 Ocak 2006).
Yurt dışındaki vakıf ve dernek gibi örgütlenmeler açısından en kapsamlı, en güçlü ve en organize İslâmi gruplardan birisi Milli Görüş Teşkilatı. RP’nin Almanya’da büyük bir yapılanma içinde olduğu biliniyor. 1975 yılında kurulan Avrupa Milli Görüş Teşkilatı’nın (AMGT) yaklaşık 25 bin üyesi, 480 cami derneği ve 15 şirketi var. Yıllık resmi bütçesi 10 milyon euro (Mustafa Balbay, Devlet ve İslam, 2007). RP’nin ise Bosna yardım paralarını Süleyman Mercimek’in yüksek faiz getiren mevduat hesaplarına yatırdığı anlaşılmıştır. Sultanbeyli’de kamulaştırılan bir arazinin parsellenip satılmasından elde edilen paranın da Süleyman Mercümek’in hesabına aktarıldığı ifade edilmiştir (Bakınız – TBMM Genel Kurul Tutanağı, 20. Dönem 1. Yasama Yılı 52. Birleşim, 15 Mayıs 1996).
RP’nin 1997 hazine yardımını da Süleyman Mercümek’in faizli hesabına aktardığı ve sahte belgelerle harcanmış gibi göstererek sahtecilik yaptığı da iddia edilmiştir (Bakınız TBMM Tutanak Dergisi 72. Birleşim, 25 Mart 1997).
05 Mayıs 2005 tarihli Vatan Gazetesi’nde Veli Özdemir, “Erbakan ve Kutan'ın da aralarında olduğu kapatılan RP'nin 88 yöneticisi hakkındaki alacak davası ise sürüyor. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile İçişleri Bakanı Abdulkadir Aksu hakkında da ‘özel evrakta sahtecilik’ iddiası yöneltilmiş, ancak dokunulmazlıkları nedeniyle kurtulmuşlardı. Bu paranın bugünkü karşılığı faizle birlikte 9.5 trilyon lira” diyor. Kanal 7’nin kuruluşunda Necmettin Erbakan, Recep Tayyip Erdoğan, Zahit Akman ve Zekeriya kahraman gibi isimler rol oynamıştı. Recep Tayyip Erdoğan, Melih Gökçek ve diğer AKP’li belediyeler Erbakan’ın “cihadın sesi” diye nitelediği Kanal 7’ye reklâm yayını için milyarlarca liralık para ödemişlerdi. Ayrıca Birgün’de yine (28 Eylül 2005) Ankara Büyükşehir Belediyesi Su ve Kanalizasyon İdaresi (ASKİ) ‘den spor klübüne de dernekler yasası ve mevzuatta düzenleme olmamasına rağmen trilyonlarca paranın aktarıldığı belirtilmişti…