Kurmes Dernegi Resmi Web Sitesi

Narodniklere Karşı Lenin, Lenin’e karşı Marks: Suat Kamil Aksoy

Öncelikle okuyacağınız eleştirinin Lenin için bir Marks’a uygunluk araştırması olmadığını belirtmeliyiz. Daha önemlisi Lenin’in kendi zamanında olduğu gibi, bugün de siyasal hasımları vardır. Onların eleştiri ya da dışlamaları herkesin malumu! Bizim eleştirimiz bu açıdan içeriden sayılır. Bir bakıma özeleştiri olarak da kabul edilebilir. Ama en nihayetinde herkes kendi fikrinden sorumludur.

Suat Kamil Aksoy

Lenin bunları yazdığı sırada 30 yaşlarında. Sonra başka yerlerde doğru şeyler söylemiş olabilir. Biz bunu önemsemiyoruz. Lenin siyasal tartışmasının gereği olarak teorinin hafif hasar görmesini bilerek göze almıştır diye düşünenler olabilir. Ancak biz Lenin’e bu derece bir entrika atfetmek yanlısı değiliz. Herkes ve hepimiz okuduklarımızı içerisinde bulunduğumuz görüş açısının nezaretinde okuruz. Bundan Lenin dahil kimse muaf değildir. Zeki bir insan, bütün insanların en zekisi olsa bile okuduğunu anlayamayabilir. Zaten herkes herşeyi şıp diye anlayabiliyor olsaydı, ne tartışma olur, ne de farklı fikirler olurdu. Biz Lenin’in kendi kavrayış düzeyi içerisinde yanılgısının farkında olmadığını düşünüyoruz. Lenin burada üzerinde durduğumuz metin içerisinde birçok defa, bilinmeyen pazara üretim, üretim alanları arasında orantısızlık şeklinde vurgular yaparak, kapitalizmin doğası gereği olan bu durumun zaman zaman bunalımlara yol açtığını savunuyor. Bunalımlarda realize edilemeyen şeylerin sadece artı-değer değil, değişen-değişmeyen sermaye de olabileceğini söylüyor.

Buradaki soyutlama ihlalini herhalde hasımları değil Lenin farkedebilirdi. Ama onun buna ihtiyacı yok. Lenin doğruda durma konusunda güçlü sezgilere sahip ve kullandığı cümleler tek tek ele alındığında, itiraz etmek olası değil. Orantısızlık yüzünden oluşacak bozukluklardan bahsettiği ölçüde, zaten kimse bunun sadece artı-değerle ilgili olacağını iddia edemeyecektir. Üretim dalları arasındaki orantısızlık, bilinmeyen piyasaya yapılan, birbirinden habersiz üreticilerin yaptığı, genel bir ifadeyle anarşik ya da plansız bir şekilde yapılan üretim sonucunda oluşuyor. Orantısızlık bir aşırı üretim olarak ve kriz olarak kendisini gösteriyor. Gerçekten bir orantısızlık oluşmuş yani bazı üretim dallarında fazla mal üretilmişse bunlar satılamayabilir ve bu yüzden krizler olabilir. Elbette bu türden bir kriz kapitalizmin değil, kapitalistin krizidir. Bunun şu ya da bu düzeyde genelleşebilme ihtimali, bizi kapitalizmin krizlerini açıklama görevinden kurtaramaz. Lenin, böyle yapmakla kapitalizmin yapısal krizleri bağlamındaki bir tartışmanın dışına çıkmış olur. Zaten gerçekleşme teorisi konumuz değil diyerek kendisine bir açık kapı bırakmayı da ihmal etmemiştir. Lenin bir batıl inanç gibi sürekli olarak orantısızlıktan bahsettiği için, biz o açıkça söylemese bile kapitalizmin yapısal krizlerinin orantısızlıktan kaynaklandığı fikrini savunduğunu varsayacağız.

Durumu izah edebilmek için tekrar sermaye formülüne geri dönmeliyiz. Bundan önce Lenin’i hatalı bulmak için can atıyor olmadığımızı belirtmek istiyoruz. Lenin, Narodniklere haklı olarak Rusyada iç pazarın gelişebileceğini kanıtlamaya çalışıyor. Yazmış olduğu metnin esas olarak ele almadığı bir konudaki ifadelerini kullanarak Lenin’e teorik hata yakıştırıyoruz. Bunun pek yerinde olmadığı düşünülebilir. Biz eğer bu üretim anarşisi fikri çok önemli bir problem yaratmış olmasaydı Lenin ile ilgilenmeyebilirdik. Ancak koskoca bir sosyalist deneyime ilişkin temel alametin yanlış bir biçimde planlama haline gelmiş olması ve bu deneyimlerin artık çözülmüş olmaları Lenin’i eleştirmeyi zorunlu hale getiriyor. Biz elbette planlama gereksiz birşeydi demiyoruz. Sadece kurulacak iktisadi sistemin ikincil ve bir sonuç olması gereken öğelerinin birincil ve koşul olarak konmasına itiraz ediyoruz. Yoksa adı ne olursa olsun, kapitalizmi geride bırakacak üretim tarzının kollektif-ortaklaşa mülkiyet, özenli bir planlama gibi karekteristikleri olacağı bugünden bellidir. Bunlar ise ancak üretim tarzının doğal sonuçları olarak ortaya çıkabilirler. Tıpkı üretim anarşisinin kapitalizmin bir önkoşulu değil, sonucu olması gibi! Bir sosyalist iktidarın işe nereden başlayacağı pek önemli olmasa bile, üretimde oluşacak yapının, kollektif mülkiyeti ve planlamayı bir sonuç olarak üretiyor olması da gerekir. Bunların ancak iradi olarak sürdürülebilmesi, sürdürülemiyor olması anlamına gelir. Biçimin dayatılması ile öz oluşmaz. Marks felsefe alanında yaptığı işi betimlerken, Hegel diyalektiğini idealist özünden kurtarıp, başaşağı duran yapıyı, ayakları üzerine dikmekten sözediyordu. Şimdi anlaşıldığı kadarıyla bizim de reel marksizmin, bir çok alana sirayet etmiş idealist bakışını ayakları üzerine dikmekten bahsetmemiz gerekecek gibi görünüyor.

Devam edelim ve sermaye formülüne geri dönelim. Toplam üretimin, 80s+10d+10a olduğunu, bunun içinden 10a için, yani artı-değer için bir kullanım alanı bulunamamış olduğunu varsayalım. Bu durumda üretimin yarısının tıkanacağını anlamak zor değildir. Çünkü toplam üretim içerisindeki 40s+5d bölmesi 10a üretimi için devinmektedir ve 10a kullanılamadığında tüm devinim gereksiz hale gelir. 5d’nin gereksizleşmesi tüm işgücünün yarısının durması ya da işsizliği demektir. Buradaki İşsizliğin biçimi zorunlu yıllık izin, özel izin, işten atma, yarı zamanlı çalışma vb çok çeşitli olabilir. 10a ek sermaye olarak yatırılamadığında, Lenin’in iddia ettiği gibi değişmeyen ve değişen sermaye bölmeleri de realize edilemezler. Ancak bu yine de esas problemin 10a ile ifade edilen artı-değerin gerçekleştirilememesi olduğu gerçeğini değiştirmez. Bunalım aşırı üretilmiş sermaye olarak ortaya çıkan artı-değer bölmesinin ek sermaye olarak yatırılması ve kendisine eşdeğer miktarda mevcut sermayenin değersizleşmesi ile son bulur. Somut görüngüler başka, arkaplandaki gerçek başkadır. Zaten artı-değerin yatırılmak istenilen bölümü 10a, içerik olarak s+d bileşimi ile uygun bir formatta ürünlerden oluşmaktadır. Yani içerdiği malların niteliği yüzünden artı-değer olmaktan çıkmaz. Dolayısıyla Lenin rakipleri karşısında bilerek ya da bilmeyerek haksız bir üstünlük sağlamış olmaktadır. Rakiplerinin kavrayışsızlıkları bir veridir ve uğradıkları haksızlığı kavramaları olası değildir. Hem narodnikler, hem de Rosa konuyu tam anlamıyla kavramamış olsalar bile, en kritik noktayı yakaladıkları konusunda büyük bir iç rahatlığı içerisindedirler. Onların siyasal iddiaları tamamen çocukça olsa bile, artı-değerin gerçekleştirilememesinin kapitalist bunalımların temel açıklaması olduğu fikri mutlak doğrudur.

Lenin, üretimin s+d+a formülü ve üretim-tüketim araçları bölümlemesi yoluyla, artı-değerin gerçekleştirilmesinin Marks tarafından açıklandığını sonuç olarak söylemekle aslında böyle bir problemin olmadığını da ilan etmiş olur. Lenin departmanlar ya da üretim dalları arasındaki uyumsuzluk evrelerinin kaçınılmaz olduğunu kabul etmekte bunalımları böyle kurgulamaktadır. Narodniklere kapitalizmin pazar sorunu olmadığını açıklamak için bu kadar ayrıntıya gerek olmamalıydı.

Lenin orantısızlık fikrini daha da temellendirmek için zorlamaya devam ediyor.

“…kapitalist toplumda (üretimin değişik dalları arasındaki uyum), kapitalizmin yapısında bulunan, ve insanların toplumsal ilişkilerini, ürünlerin ilişkileri gibi gösteren fetişizm yüzünden – her ürünün, bilinmeyen bir tüketici için üretilmiş, ve bilinmeyen bir pazarda gerçekleştirilecek bir meta haline dönüşmesi yüzünden, ortadan kaybolmuştur.”

Narodniklerin bu sözleri anlamaları da olası değildir. Dolayısıyla eleştirmeleri de! Lenin üzerine aldığı ödeve bu sözlerle kenar süsleri yapıyor. Ödevin başarısı artık kesinleşmişken, pek yetenekli olmayan rakiplerinin karşısında rahat davranıyor, zafer duyguları içerisinde kendi kavrayışsızlığını belgeliyor. Meta fetişizmi, değerin nesneler arası ilişki gibi görünmesi konuya dahil ediliyor. Lenin henüz kendisinin de yerli yerine oturtamadığı kavramları ilgisiz bir bağlam içerisinde kanıt olarak sunuyor. Biz henüz net bir kanıt bulamadığımız için Lenin değer yasasını da yanlış kavrıyor diyemiyoruz. Yine de uygunsuz bir yere konmuş bu sözlerin, değeri toplumsal bir ilişki olarak gören yanlış düşünceyi örtük olarak içeriyor olabileceğini not ediyoruz.

Marks tarafından kriz konusunda ortaya konmuş en belirgin ifadelere başvurarak devam edelim. Lenin kendi metninde yukarıda aktardığımız üzere bu ifadelere kısmen başvuruyor. Biz Marks’tan geniş olarak aktarıyoruz.

“Bütün toplumun yalnız sanayi kapitalistleri ile ücretli işçilerden oluştuğunu kabul edelim. Ayrıca, toplam sermayenin büyük bir kısmının, ortalama oranlarında kendilerini yerine koymaktan alıkoyan ve özellikle kredi ile gelişmiş bulunan tüm yeniden-üretim sürecinin genel iç bağıntıları nedeniyle her zaman geçici nitelikte genel bir duraklamayı davet eden fiyat dalgalanmalarını da dikkate almayalım. Kredi sisteminin uygun bir ortam sağladığı, hileli alışverişlerle spekülasyonları da bir yana bırakalım. Bu durumda bir bunalım, ancak ekonominin çeşitli kollarındaki üretimde görülen orantısızlığın, ve kapitalistlerin tüketimi ile birikimleri arasındaki orantısızlığın bir sonucu olarak açıklanabilirdi. Ama, görüldüğü gibi, üretime yatırılmış bulunan sermayenin yerine konması, geniş ölçüde, üretken olmayan sınıfların tüketim gücüne bağlı bulunuyor; oysa işçilerin tüketim gücü kısmen ücretler yasası ile, kısmen de, bunların kapitalist sınıf tarafından kârlı bir biçimde çalıştırılabildiği sürece kullanılmaları olgusu ile sınırlıdır. Bütün gerçek bunalımların nihai nedeni, her zaman, kapitalist üretimin, üretim güçlerini, sanki, onlar için en son sınırı, sadece toplumun mutlak tüketim gücü teşkil ediyormuş gibi geliştirmeye yönelişine karşılık, yığınların yoksulluğu ve kısıtlı tüketimidir” (Kapital Cilt 3 Banka Sermayesi)

Lenin ifadenin son kısmını kastederek, sınırlı tüketim ile sınırsız üretim eğilimi arasındaki çelişki, kapitalizmin tek çelişkisi değildir diyor ve irdelemeden karanlık noktayı geçiyor, Narodniklere geçit vermemiş oluyor, ama böylece kendisine de düşünme izni vermiyor.

Lenin kitleler tüketmeseler bile artı-değerin sermaye olarak yatırılabileceğini, ya da değişmeyen sermaye olarak üretken tüketime maruz kalabileceğini biliyor. Üretken tüketimin son tahlilde tüketim ile sınırlandığını kabul ederek Marks’la çelişmeden gerçek bunalımların nihai nedenini geçiştiriyor. Çünkü o başka bir nihai nedene sahip.

Lenin tüm bunlarla yetinmiyor.

“Oysa, kapitalist üretimin genel yasasına göre, değişmeyen sermaye, değişen sermayeden daha hızlı büyür.”

Evet bu cümlede yasa yerine eğilim dersek herhangi bir yanlış yok! Kar oranlarının düşme eğilimini açıklayan ve Kapital’den esinlenen bu fikir, Lenin tarafından, hasımları narodniklerin, iç pazarın üretim araçları sektörünün liderliğinde büyüyebileceği konusunda ikna edilmeleri için kullanılıyor. Bir eğilime genel yasa demek ve bunu öyle özsel bir ilgisi olmayan bir şeyi izah etmek için yapmak belki de gençlik heyecanı ile açıklanabilir. Şimdi birileri çıkıp değişmeyen sermayenin daha hızlı büyümesine yol açan genel yasanın, sürekli orantısızlık ürettiğini de söyleyebilir. Lenin bir şerh düşmediğine göre kendiside böyle düşünüyor olsa gerek.

Genel olarak üretim söz konusu olduğunda toplam üretim içinde canlı emek ile cansız emek arasındaki oranın üretimin gelişmesi ile düşme eğilimi içerisinde olduğunu anlamak hiç zor değildir. Üretimde kullanılan Canlı emeğin cansız emeğe göre düşme eğilimi içerisinde olması genel bir eğilimdir ve bu durum geçmiş üretim tarzları kadar gelecektekileri de bağlar. Kapitalizm koşullarında bu eğilimin kendisini ortaya koyduğu biçim kar oranlarının düşme eğilimidir. Özün kendisini ifade ettiği biçim, orantısızlık üretiyorsa, özün kapitalizm sonrasındaki marifetlerini de açıklamak gerekecektir. Biz ise orantısızlık için üretimin genel eğilimleri içerisinden köken arayışını reddetmeyi öneriyoruz.

Narodnikler yanlış bir biçimde, Marks gayet açık ifade ettiği halde, “kitlelerin dar sınırlara itilmiş tüketim kapasitesinin” artı-değerin realizasyonunda temel engel olduğunu iddia ediyorlar. Ama kapitalizm kitleleri bu dar sınırlara iterek krizlere girmektense, bu kitlelerin tüketimlerini azdırsaydı, fabrikalarda binbir çileyle elde edilen karları işçilere vermiş olmaz mıydı? Aklı olan burjuva bu imkanı işçiye tanıyacağına kendisi kullanıp sefa sürmek istemez miydi? Kitlelerin ürettikleri değerin sadece bir kısmını kullanıyor olmaları, kapitalizmin, hatta bütün sınıflı toplumların tanımı gereğidir. Bu olmaksızın sınıflı toplum ve sömürü diye birşey olamaz. Kitlelerin bu sınırlı tüketimi bir üretim tarzının imkansızlığı ya da güdük kalma zorunluluğu anlamına gelseydi, bizim insanlığın uygarlık yolunda en büyük atılımları yaptığı yaşanmış tarihin de imkansızlığından bahsediyor ve saçmalıyor olmamız gerekirdi. Narodnik yada eksik tüketimci kriz açıklaması olarak bilinen bu tez tamamen saçmadır.

Ne ilginçtir ki, kitleler aslında daha fazlasına ihtiyaç duyarken onlar için sınırlı bir üretim yapılmakta, ama toplumsal artıyı ele geçiren küçük bir azınlık tüm arzularını doyurduktan sonra sermaye arzularını da sonuna kadar tatmin etmeye çalışmakta. Bu arzu artı-değer olarak üretilip hazır edildiği halde emeksiz sermaye olamayacağı gerçeği yüzünden sermayeye dönüşememektedir. Küçük azınlığın bu arzusu duvara çarptığında, bu arzuyu üretmekle iştigal eden emekçiler işsiz kalmakta, böylece tüketimleri zaten sınırlanmış kitlelerin tüketimi daha da zayıflamaktadır. Krizler kitlelerin her zaman eksik kalacak tüketimleri yüzünden değil, burjuvaların bir ilizyon ve fetişten ibaret olan sermaye ihtiyaçlarının karşılanamayışından doğmaktadır. Orantısızlığın ya da üretim anarşisinin krizlerin nedeni olduğu fikrine gelirsek. Üreticiler kimlerin tüketeceğini bilerek üretim yapmazlar. Bu doğrudur. Bu yüzden arzın bir kısmının kullanılamayabileceğini, ya da arzın yetersiz gelebileceğini kabul etmek zor değildir. Ancak üretim sırasında bir patlama olması, yangın çıkması, ya da geminin batması da mümkündür. Bu türden sapmalar, ya da olasılıklar ortalamalar çerçevesinde öngörülür. Planlanmaya çalışılır, ya da sigortalanır. Ayrıca hiç dinmeyen fiyat hareketleri zaten bu türden sıkışmaları hem yaratabilir, hem de çözerler. Orantıyı bozan aktörler bu işten paylarını iflas olarak alırlar. Anarşik yapı ve orantı bozulmaları elbette bazı güçlüklere sebep olabilirler. Ancak zaten kapitalistin başarısı bu tür güçlükleri aşma becerisiyle de belirlenir. En sonu kapitalizm koşullarındaki üretim hem şirket, hem ülke, hem de dünya çapında planlama yapmak konusunda tümden aciz değildir. Üstelik bunun için bilinçli bir çaba da gösterilmektedir. Bu çabaların çözemeyeceği tek şey bizim artı-değerin realize edilememesiyle, ya da basitçesi, olağan koşullarla yatırılamaması ile açıkladığımız krizdir. Sömürüsüz bir kapitalizm olabilseydi kriz olmazdı. Ya da amacı sadece artı-değer tüketimi olan, yani amacı sermaye olmayan bir kapitalizm olabilseydi yine kriz olmazdı. Ama böyle bir düzenin adı türkçesiyle sermayecilik değil artıdeğercilik olurdu. Kapitalizm koşullarında planlama herhalde üreticilerin yani yatırımcıların yeterli bir iletişim içerisinde olmalarını sağlamak şeklinde olabilir. Bundan ötesi yatırımcının kararına ve ince hesaplarına bağlıdır. Merkezi bir iradenin bu işe karar verici olarak karışması yatırım özgürlüğünü kullanan birey açısından aldığım risklere de ortakmısın sorusunu gündeme getirir. Zaten bu koşullarda plan iradesini elinde bulunduranların kendi özel hülyaları adına kalem oynatmaları kaçınılmazdır. Yandaş, akraba, aşiret, cemaat, siyasal grup çıkarlarının bu planlara dahil olmaması mümkün değildir. Böylesi koşulların, her tür siyasal aşırılık için bereketli bir toprak olacağını söylemeye bile gerek yoktur. Arz ve talep fiyat hareketleri yoluyla kapitalizm için en ideal planlamayı mutlaka yapar. Piyasayı hiç umursamadan budalaca bir işe servet yatırmakla hiç kimse kapitalizmi bunalıma sokamaz. Böyleleri en fazla kendilerini bunalıma sokabilirler.

Gelelim kar oranlarının düşme eğiliminin krizlere yol açtığı fikrine! Lenin değişmeyen sermayenin, değişene göre daha hızlı büyümesinden, yani sermayenin organik bileşimindeki artıştan bahsediyordu. Bu yolla orantısızlık oluşur ve kriz bu yüzden oluşur deniyorsa, zaten orantısızlık tezine geri dönülmüş olur. Kar oranları düşen kapitalistler hem işçi sınıfının tüketimine, hem de rekabet yoluyla birbirlerine saldırırlar böylece aşırı üretim ya datüketim daralması yaşanır deniyorsa, yine bir orantısızlığa gelmiş oluruz. Herhalde tüm bunlar değildir. Peki başka ne olabilir? Kar oranlarının düşme eğilimini krizle ilişkilendirenler olgulara bakıyorlar. Krize evrilen süreçte, üretim araçları fazlası olarak oluşan artı-değer üretim ünitelerinde atıl kapasite olarak birikiyor. Bir tür yedekleme olabilir, yeni bir makine ile eskisi kullanım dışı kalabilir vb. Bu doğal olarak toplam sermayeye göre kar hesabında düşük bir kar oranı elde ediliyor olması anlamına gelir. Tabi elde edilen kar niceliği eskisi gibi kalır. Bir krize doğru yaklaşılırken fotografta herzaman böyle bir görüntü vardır. Kriz sırasında buna üretimin daralması ile kapasite kullanımında hızlı bir düşme eşlik eder. Görüntü kar oranı düşer, düşer sonra kriz olur şeklindedir. Bu görünümdür, öz değildir. Öz bile saysak görünen olgu kar oranlarının düşme eğilimi değildir. Çünkü kar oranlarının düşme eğilimi toplam sermaye ile toplam kar arısındaki maddi olarak belirli oran ile ilgilidir. Bu hesaba üretimin gereği olan sermaye dışındaki öğeleri dahil etmekle teorik olarak ilkesizlik yapılmış olur. Biz nasıl, bir metanın değerini, onun için gerekli emekle ölçüyor, o metayı bir değil beş saatte üretmekle değerin artmayacağını söylüyorsak, gerekli sermaye dışındaki öğeleri de kar oranı hesabına katamayız. Zaten kapitalistte öyle yapmaz, yıllık karını hesaplarken fabrikasının ve gerekli herşeyin değerini bir tarafa, elde ettiği karı öbür tarafa yazar, içinde oturduğu pahalı evi, yazlıklarını, pahalı arabalarını bu işe karıştırmaz. Marks kar oranlarının düşme eğilimi derken, sermayenin örneğin 80+10+10 şeklindeki zorunlu öğelerinin 90+5+5 haline gelmesinden ve yeni zorunluğun artık bu bileşim olmasından bahseder. Biz teorik incelemelerimizde kapitalistimizin 80+10+10 bileşimindeki 80 bölmesinin 20′sini hurda olarak çöpe atabilme ihtimalini hiç bir yerde varsayımlarımıza dahil etmemiştik. Dolayısı ile bazı esneklikleri sağlamak için gerekli olan ve bu anlamda toplumsal olarak gerekli ortalama kapasite kullanım oranını tutturamayan işletmelerin, atıl kapasitelerindeki fazlalıkları kar oranı hesabına dahil edemeyiz. Bunu biz teorik olarak yapam ayız, pratik olarak ise hiçbir kapitalist bunu yapmaz. Yapana da gereksiz yatırım yapmasaydın, geçmiş olsun kardeşim denir. Özetle ifade edersek, krize doğru gidilirken atıl kapasite olarak biriken sermaye yüzünden oluşan kar oranlarındaki düşüş görünümü kar oranlarının düşme eğiliminin bir görüngüsü olamaz. Buraya bakarak krizlerle kar oranlarının düşmesi arasında bir bağ kurulması darkafalılıktan başka birşey değildir. Biz tam tersine değişmeyen sermayenin oransal olarak yükselmesi yüzünden düşen kar oranlarının realize edilecek artı-değer kitlesini toplam sermayeye göre düşürdüğü için, kriz periyotlarının arasının bir eğilim olarak uzayacağını iddia etmeliydik. Yüzde 30 kar oranı olan bir ortamda yatırıma dönüştürülecek miktar ana sermayeye göre büyüktür ve bu artı değerin yatırım olarak emilmesi için ekonominin büyük bölümünü sarsan dönüşümler gerekir. Halbuki yüzde 5 kar oranı olan bir ortamda buradan yatırıma dönüşecek artı-değer nispeten daha kolay tolere edilecektir. Bu durumda tam tersine, kar oranlarının düşme eğiliminin, krizlere yol açacağından değil, krizlerin sıklığını bir eğilim olarak azaltacağından bahsetmeliydik. Ancak bunuda mutlak olarak söyleyemeyiz, çünkü artı-değerin realizasyon problemi artı-değerin tamamı için geçerli birşey değildir. Artı değerin gelir ve yatırım olarak bölünme oranı birçok olasılığı olanaklı kılar. Örneğin kar oranı yüzde 30 ve bunun sadece 3 birimi yatırıma dönüşüyorsa, kar oranı yüzde 20 olup içerisinden 10 birimi yatırıma dönüşen bir örnek karşısında daha az krize yatkınlık sonucunu verir. Kar oranlarının düşme eğiliminin, artı-değer oranında bir yükselme ile koşut olarak yaşandığı da bir gerçektir. Bu durum toplam katma değer içerisinde tüketimin payının daha düşük bir yer tutması sonucunu verebilecektir. Eğer böyle bir durumda artı-değer yatırım kanallarına akmakta bir engele çarparsa krizin daha ağır olacağını da söylememiz gerekir. İşte sadece bu olasılık çerçevesinde kar oranlarının düşme eğiliminin krizlerin sıklığını azaltmasına karşın, şiddetini artırabileceğini söyleyebiliriz. Şiddetin ölçüsünün sokağa atılan işçi kitlesinin toplam işgücüne oranı ile ölçülmek zorunda olduğunu danot etmeliyiz.

Sermaye sınıfı elde ettiği artı-değeri özel tüketimine yönlendirdikçe kriz olasılığı azalır, birikime yani yatırıma yani perhize yöneldikçe kriz ihtimali artar. Bu sınıfın krizlere tüketim azlığının sebep olduğu konusunda güçlü bir algısı olmalıdır. Ancak bunu hissetse bile işlerin iyi gittiği zaman bu sınıf perhize meyleder, kriz ortamı oluşunca bu sefer işler kötü olduğu için perhize mahkum kalır. Kendisinin yapamadığı bu işi kamudan bekler. Bush tüketimi artırmak için çek dağıtırken, Keynes kamu harcamalarını artırmayı önerirken, 2008 krizindede tıkanan sektörlerde vergi indirimleri gündeme getirilirken hep bu çaresiz beklentiye yanıt verilmektedir. Krizler bütün insanlığa kendi özel dili ile sürekli birşeyler anlatmaktadır. Anlatmaya devam edecektir. Krizler demektedir ki, ey emekçiler bu kadar çok çalışmanız gereksiz, ey sermaye sahipleri bu kadar çok zenginliğe ihtiyacınız yok. Krizin kullandığı dil ise kendi ana dilidir. Bu dil işçilerin sokağa atılması, sermayedarların sermayelerinin yok olması biçiminde konuşmaktadır. Anlamayan için davul zurna azdır.

Lenin elbette gençliğinde benimsediği ve narodniklerin karşısında ifade ettiği üretim anarşisi yaklaşımının daha sonra bütün dünyayı etkileyen bir sosyalist iktidarla buluşacağını tahmin edemezdi. Konuya yaklaşımı bu derece bir sorumluluk çerçevesinde oluşmuş değildi. Narodnikler de son derece saçma iddialara sahiptiler. Elbette başka hafifletici nedenler de vardı! Biz şimdi üretim anarşisi fikrinin tarihteki izlerine kısaca göz atacağız.

1900 yılları marksizm kendisini sosyal-demokrat işçi partilerinde ifade ediyor. Bu örgütlerin en önemlisi Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi. Lider Karl Kautsky, 2. Enternasyonalin de lideri. Kautsky, Marks’ın ölümünden sonra doğal otorite olan Engels’e en yakın kişi. Kautsky orantısızlık ve üretim anarşisi konusunda dönemin genel görüşünü paylaşıyor. Lenin’de herkes gibi Kautsky otoritesinin alanı içerisinde yer alıyor. Alman ekolü içerisinden Hilferding ve Bernstein gibi problemin kapitalizm koşullarında halledilebileceğini düşünenler çıkıyor. Bununla kalmıyor, Rosa Lüksemburg gibi cepheden tavır alan ve problemin artı-değer realizasyonu olduğunu teşhis edenler de çıkıyor. Lenin daha sonrak Kautsky ile yollarını ayırmış olsa bile üretim anarşisine karşı planlı ekonomi fikrini koruyor. Hilferding Almanya’da faşizmin yükselişi sırasında Hitlerin ekibi tarafından öldürülüyor. Faşizmin iktidarı üretim anarşisi problemine demir disiplin ile çözüm arıyor ve zaten savaş ekonomisine yöneldiği oranda problem çıkmayışına bakarak çözüm bulduğunu sanıyor. Hilferding fikri iktidarda, kendisi mezarda bir iktisatçı haline geliyor. Lenin ekim devrimi ile birlikte zaten bir iktidar başarısına sahip. Kautsky sorumluluğundaki genel görüş Sovyetler Birliği olarak uygulamaya geçiyor. Bu kadarla kalmmıyor, bolşevizmin iktisadi uygulaması, bütün dünyada yayılıyor. Türkiye kemalist kadrolar eliyle benzer bir yaklaşımı uyguluyor. Sonuçların ciddi ilerlemeler olduğu inkar edilemez. Ancak ileri kapitalist ülkelere yetişip onları geçmek için yetersiz bir ilerleme kaydedildiği de gayet açıktır. Üretim anarşisi ve planlı ekonomi fikri geriye doğru gittiğimizde Engels’in gençlik döneminde ortaya çıkıyor. Engels bu fikrini değişik dönemlerde hep vurguluyor. Muhtemel ki Engels’in bu vurguları Alman Sosyal Demokrasisinde etkili oluyor.

Bugüne geldiğimizde devletçi ve planlı ekonomi hem sosyalist deneyimlerde, hem de kapitalist ülkelerde giderek çözülüyor. Neoliberalizm, bu çözme işini görev ediniyor. Planla, devletçilikle bir yere varılamayışını kabul edenlerin çare arayışı, sınırsız piyasa-tam rekabet ile yine dengesizliklere çözüm aranışı bağlamında kalıyor. Şimdi artık tarih tüm bunları bize yeniden yaşatıp ezberletmeyecekse, insanlığın tüm olasılıkları deneyinden geçirdiğini söyleyebiliriz. Yapılması gereken basittir. Marksizm, kendisini bahsi geçen yanlış fikirlerden arındırmalıdır. Krizler, artık, eksik tüketim, orantısızlık, üretim anarşisi, düşen kar oranları vb ile açıklanmaya devam edilmemelidir. Bunlar hem yanlıştır, hem de safları sürekli olarak çürütmektedir. En önemlisi ise, eğer marksizm önemseniyorsa, tüm bu açıklamalar en başta marksizme aykırıdır, yok önemsenmiyorsa akla aykırıdır.

Şimdi yazımızı sovyet iktisadının kavrayış düzeyinin düşüklüğünü betimleyen bir alıntı ile sonlandırıyoruz. Yıl 1936 bir sovyet yazar kapitalizmi betimliyor. Nikitin’in Ekonomi Politik adlı yaygın okunan zararlı kitabından aktarıyoruz.

“Mister Fox bir milyon dolara sahip bulunmaktadır. Para pasif kalmamalıdır. Mister Fox gazetelere başvurur, dostlarına danışır, sabahtan akşama kentten kente koşan, her tarafı gözaltında bulunduran ve her taraftan sorup soruşturan ajanlar tutar. Mister Fox parasını nereye yatırmalı?

“Ensonu, işte sana iş! Şapkalar! İşte yapılması gereken şey! Şapka satışı iyi gidiyor, bu yüzden insanlar zengin oluyor.

“Artık düşünmeye gerek yok. Mister Fox bir şapka fabrikası kurdurur.

“Aynı fikir, aynı zamanda, Mister Fox’un da aklına [sayfa 65] gelmiştir, Mister Krox’un da, ve hatta Mister Nox’un da. Ve hepsi aynı anda şapka fabrikaları kurarlar.

“Altı ay sonra, ülkede birçok yeni şapkacı dükkanı görülmektedir. Mağazalar kartonlarla doldurulur. Depolar kartonlardan taşacak hale gelmiştir. Her yerde tabelalar, reklamlar, afişler; şapkalar, şapkalar, şapkalar. Ve fabrikalar tam randımanla çalışmalarını sürdürmektedirler.

“Ve işte ortaya çıkan bu durumu ne M. Fox, ne M. Nox, ne M. Krox önceden görebilmişlerdi. Halk şapka satın almaz oldu. M. Nox fiyatları 20 sent, M. Krox 40 sent düşürdü. M. Fox, tek bu yükten kurtulma uğruna şapkalarını zararına satıyor.

“İşler daha da kötüleşti…

“… Ve birdenbire, stop! M. Fox fabrikasının faaliyetine son verdi. İki bin işçiye yol verildi, beğendikleri yere gidebilirler. Ertesi gün M. Nox’un fabrikası durur. Sekiz gün daha geçer, bütün şapkacılar stop etmişlerdir. Binlerce işçi boşta kalmıştır. Yeni makineler paslanmaya başlıyor. İşletme binaları enkazcılara satılmıştır.

“Aradan bir yıl, iki yıl geçti. Nox’tan, Fox ve Krox’tan satın alınan şapkalar eskidiler. Halk yeniden şapka satın almaya koşuldu. Mağazalar boşaldı. Tozlu kartonlar yüksek raflardan çıkarıldı. Şapka yok. Fiyatlar yükseliyor.

“Mister Fox artık yoktur, ama bu kez de bu tatlı işe Mister Boudl adında bir zat girişir: bir şapka yapımcılığı. Ama aynı fikir, başka zeki ve becerikli insanların aklına da gelir: M. Boudl, M.Foudl, ve M. Noudl. Ve tarih yinelenir.” (M. İlkin, Büyük Bir Planın Tarihi, Moskova-Leningrad 1936)