Kurmes Dernegi Resmi Web Sitesi

Kökleri üzerine yeşeren bir dal: Cemil Qoçgîrî

Cemil Qoçgîrî (Koçgün), henüz çocuk yaşlarında müzik ile tanıştı. Almanya’da doğmasına rağmen anne-babasından aldığı kültürel değerlerini önce hissetti. Bu, fam’a (anlamak-bilmek) dönüştü ve sonra aslolanın „ağacın köküne inmek, insan olabilmek“ olduğunu anladı; icraya başladı. Döndü köklerinin üzerinde, kendi deyişiyle aşka pervane oldu, sese dönüştü: Aşk-ı Pervaz doğdu.

Ve yolculuğunu daha da derinleştirdi. Qoçgîrî, Dêrsîm topraklarını dolaştı. Firik Dede’den ikrar aldı, Silo Qiz’dan dinledi ve daha nice yaşlı bilgeden. Ardından müzik arayışı, Heya-Qizilbaş Şarkıları ile daha da olgunlaştı. Ürettikçe bir daha başa döndü, yeni bir sayfa, dünya serildi ayaklarının altında... Ama mütevazice „katetmem gereken çok yol var, sürekli baştayım“ diyor Cemil Qoçgîrî. Bu arayışlarının bir parçası olarak, asimilasyona tepki gösterdi ve soyisimini de değiştirdi. Sanatçı Cemil Qoçgîrî (Koçgün) ile müzik anlayışı, arayışları ve yeni projeleri üzerine konuştuk.

Almanya’da doğdun ve büyüdün. Ama müziğin ile topraklarına doğru yol aldın hep. Bu yolculuk nasıl gelişti?

Almanya’da doğmak, büyümek ve bu müziği icra etmek... Çoğu insan aynı soruyu soruyor. Aslında çok iyi de cevap veremiyorum, çünkü bunun cevabı zor. Bilimsel bir şey yok; ama müziğin içinde olan bir bilgi, bir aktarma var. Müziğin de genetik bir yapısı var. Bu noktada en önemli şey sevgi. Mesela hangi dilde müzik dinlersek dinleyelim, anlamasak da sevmişsek, içimizde bir şeyler uyandırmışsa, biz de yer ediyor. Kürt-Alevi toplumunun müzik gelenekleri, ibadetlerini oluşturduğu için daha güçlü bir şekilde birbirlerine aktararak gelmiştir. Usta-çırak ilişkisi bir anlamda. O tınılar, icra edilen ses ve tabii ki sevgi aktarılır. Ancak aktarılırken detaylara inilmez. Daha çok genel hatlarıyla aktarılır. İran Ehl-i Hak’larda da bu durum mevcut. Onların müzik kültüründe de aynı şey var, kendi yolunun, yaşamının üzerine yeşerme var, mücadele ile ulaşılması gereken noktaya varıyorsun. Bu temanın son noktasıdır. Oraya nasıl geliniyor, tabii ki eğitim ile dışarıdaki eğitim değil aile içindeki eğitim önemli. Kültür eğitimi...

Sonuçta benim annem-babam ülkemde doğup, büyüdüler. Ben burada doğdum, büyüdüm. Ancak buradaki yaşamdan almadık, ailede gördük, onlardan aldık kültürü. O sevgiyi, toprak kokusunu onlardan öğrendik, onlar aktardılar bize. Bu benim ürünüm, kerametim değil aslında. (gülüyor)

Sadece aile mi etkilidir? Ya çocuğun ilgisi...

Evet, o sonraki adım. Diyelim aile kendi kültürüne sahip çıktı, gördüğü-öğrendiği şeyi çocuğuna aktardı. Gerisi o çocuğun iç dünyasına kalıyor. Kendisini nasıl geliştirecek? Daha çok dış dünyaya mı açık, iç dünyaya mı? İç dünyaya açıksa, bunu geliştirmenin yolculuğuna düşer. Dış dünya ise keyif, raks, yani başka şeylerdir. Görüyorsunuz, camdan dışarı baktığınız zaman başka bir hareket var, odanın içinde başka bir hareket. Ve iç hareketi koruyup, dışarıya çıkarabilmek önemli. Ancak çıkarırken, dış dünya ile bağlantısını iyi yakalamak lazım. Çünkü çok çabuk kayboluyor o keramet midir neyse artık.

Kürt-Alevi müziğinin içinde mistik boyut çok yüksek. Mistik derken ilahi, inanç müzikleri değil, içinde bir felsefi boyut var. Bu felsefe bir yol açıyor, bir yola hizmet ediyor. Bu nasıl bir yol? İnsanın dürüst noktasının en yüksek mertebe olmasıdır.

Müzik zaten Hindu-İrani dillerde informasyon, bilgi alıp vermek demek. Avrupalılar da şimdi bunu tartışıyor. Bugün gördüğümüz müzik, o müzik değildir. Asıl müzik, bilgi alıp-vermektir. Bu bilgileri annenden-babandan alıyorsun. Ama araç nedir, dil nedir, müziktir. Müzik budur aslında.

Bir insanın kendi içine yolculuğa çıkması gibi mi?

Şöyle düşünelim. İyi bir şey yapıyorsun, icra ediyorsun, sonra kendini iyi hissediyorsun. Bütün mesele bu aslında. Doğru bir adım attığın zaman -yani sanatın, hayatındaki koşullar neyse- iyi hissedersin. Zerdüşt’ün önemli bir sözü var: ‘Önce hissedersin, sonra düşünürsün ve icraya geçersin’ şeklinde. Bu üç önemli nokta, bütün Mezopotamya halklarının kültür ve müziklerinde mevcut. Bu müzikalin iç dinamiği, yolu, felsefesidir...

Eğitim mi, hissetmek mi önemli diye sorsak...

Tabii ki önce his, hissi fikre dönüştürüp icra etmek, bu üçlü kombinasyon çok güçlü bir mesaj aslında. Sadece müzik için değil; sanatın her dalı için geçerli, bir üst mertebe için icra edilen adımın doğru atılması önemli. Rüyalarımızda hala kendi topraklarımızı görüyoruz, bu önemli. Ama bu sadece rüya olmamalı, sabah kalktığın zaman da o görüntüler kaybolmamalı. Biz onu enstrümana döküyoruz.

Örneğin birinci albümde dedemin söylediği bir şarkı var. Yine bilimsel bir açıklaması yok. Ama orada bir sevgi var. Dedem tarlayı biçerken, ‘Heylo’ şarkısını söylüyor. Konservatuara gitmemiş, eğitim almamış, ama ses var söylüyor ve doğru söylüyor. Normalda solistin bir enstrüman eğitiminden geçmesi lazım. Ama öyle bir şey yok. Dedem de kendi büyüklerinden görmüş, almış o kültürü.

Bu arayışının ilk ürünü olarak Aşk-ı Pervaz’ı şimdiden baktığında nasıl değerlendiriyorsun?

Aşk-ı Pervaz, ilk ürünümüz, oraya tüm heyecanımızı, sevgimizi, yapamadığımızı, acemiliğimizi aktardık. Tabii ki onun hemen değerlendirmesi yapılmıyor. Biraz zaman geçmesi lazım. Bu olgunlaşmam, tecrübemle ilgili. Şimdi değerlendirdiğimde doğru yaptığımızı görüyorum. O zaman 22 yaşındaydım. Dinleyicilerin, özellikle gençlerin ilgisini çekti. Çünkü modern ve geleneksel tınıların birbirini rahatsız etmeden, doğru hesaplanmış bir buluşması var.

Heya’da daha vücut bulmuş bir arayış sözkonusu...

Evet olgunlaşma var. İlk albüm Doğu-Batı tınılarından oluşan bir yolculuk. Yani bir aşkı keşfedip onun peşinden yürümek, ışığa doğru yürümek... İlk heyecanda yolculuğun içinden bir şey göremezsin, bir hız içindesin çünkü. Tabii yaş ilerledikçe, tecrübe, farklı çevrelerle çalışmak da önemli... Adına Qizilbaş şarkıları dedik. Çünkü yabancılara da açılmak, bu müziği onlara da tanıtmak istedik. Ayrıca 2005 yılında Dêrsîm coğrafyasını dolaşıp yaşlıları kaydettik. Sarraf belgeseli. Heya’da bunun etkisi de oldu. Yaşlılarla oturup-kalkmak, onların kokusunu almak etkili oldu albümde. Onların gördüklerinin, yaşadıklarının çok faydası oldu. Silo Qiz, Firik Dede gibi yaşlılarımız, beni bir adım daha öne taşıdı. Heya için Qoçgîrî, Dêrsîm ve Erzincan yörelerinde epey araştırma yaptık. Heya’da daha çok geleneksel tınıları işledik. Tembur, tef, erbane, mey, kaval gibi enstrümanları kendi doğal halleri ile işledik. Dinamik bir düzenleme oldu.

Peki bu ‘köklerine dönüş’ yolculuğunun neresindesin?

Katetmem gereken çok yol var. Sürekli baştayım. Yani her üründen sonra boşluğa düşüyorsun, başa dönüyorsun. Her üründen sonra yol gitmen lazım ama biz sürekli geriye düşüyoruz. Mesela bir yolculuk düşün. Dağları düşün, bir tepedesin ama ikinci tepeye çıkman için önünde bir iniş var. Öyle bir şey. Her üründen sonra yeni bir yolculuk, yeni bir dünya, yeni bir sayfa başlıyor. Sürekli köklere doğru yol almak. Güneşe doğru yol alıyorsun; tepeleri geçiyorsun; tepeler hiç bitmiyor ama güneş de hiç yaklaşmıyor. Bizim yolculuğumuz devam ediyor, kilometreler dönüyor. Güzel bir şey, bir heyecan... Uzakta mistik bir nokta var. Onu görmemiz gerekmiyor, bilmek yetiyor, hissetmek yeterli.

Bu yolculuk kişi olarak sen de nasıl bir dönüşüm yaratıyor? Soyadını değiştirmenin bununla bağı var mı?

Hayat çok ilginç. İki boyutu var. Biri karanlık, diğeri ışık. Tabii ki bazen bir şeyler kafanı karıştırıyor. Bazı şeyler aklını alıp götürüyor. Ama sonuçta baştaki yolumuzu unutmadığımız için sürekli başa dönüyoruz ve dönmeliyiz. Yoksa dışarıda kayboluruz. Sürekli köklere daha yakınlaşmak istediğimiz için, iş çok...

Her şeyden önce kimlik önemli, ben kimim? Neyiz? Ne oldu? Nereden geldik? Bunları sürekli araştırmak gerekiyor. Herkes için böyle. Büyüklerimiz, 1800’lü yıllarda Dêrsîm’in Ovacık bölgesinden göçtüğümüzü söylerlerdi. Doğruluk payı çıkarmak lazım. Sonra yerleştikleri Qoçgîrî bölgesinde, tüm isimler Türkçe. Soyisimler bile Cantürk, Öztürk vb, tamamen Türkleştirilmiş kimlikler karşımıza çıkıyor. ‘Biz Kurmanciz’ diyorlar. Ama her şey Türkçe. Son iki yılda isimler üzerine çok yoğunlaştım. Tarihimizde isimler genelde aşiretin adına göre veriliyor ya da coğrafyanın adına göre... Ben de madem bu benim için bir yol, madem bu isim dışarıdan verilmiş, o zaman başta bu ismi değiştirmem gerekiyor. Büyüklerimiz ‘Qoçgîrîliyiz’ diyorlar. Ben de soyismimi değiştirdim. Koçgün yerine Qoçgîrî soyismini kullanmaya başladım. Kendimce asimilasyona dur demenin bir yolu.

Müziğe yeni başlayan Kürt gençlerine ne önerirsin?

Aslında gelenekseli arayan çocuklarımız var. Mücadelenin de etkisiyle kimliğine sahip çıkan insanlar var. Tabii öte yandan ABD kültürüyle yaygınlaşan popülist yaklaşımlar da var. Hep ‘yeni yeni, modern’ vb. deyimler. Ama bakıyorsun yeni diye bir şey yok. Doyumsuzluk! Batı sistemi sürekli unutmayı dayatıyor.

Geleneksel Kürt müziği ile Kürtçe sözlü müziği birbirinden ayırt etmek gerekiyor. Müzik üzerine tartışmalar yürütebilecek düzeye ulaşan kurumlar gerekli. Kültür kurumları var ancak müzik konusunda bir eksiklik var. İnsanlar nereden geleneksel Kürt müziğini öğrenebilir? Bu biraz da bizim sorunumuz. Bilinçli Kürt müzisyenlerinin bu konuda kafa yorması lazım. Paylaşmak gerekiyor. Kültür hizmettir, müzik kültürün en önemli aracıdır. Ancak Kürt müziğinin içinde maddeci, popüler yaklaşımlar var. Müzik ile ilgilenen gençlerin de gidip o insanları bulması lazım. Ama gençlerin gidecekleri bir adres, kurum, okul yoksa, tabii ki zor.

Mesela ben müzik yolculuğumu, 1999-2000 yılları arasında Kamer Söylemez ve Mikail Aslan tarafından açılan Veroz Kültür Merkezi’ne borçluyum. Henüz gençtim, doğal olarak onlar benden daha ilerideydiler. Onlar yol gösterdiler. Ardından Mikail Aslan Ensemble’ye dahil oldum. Çok şey öğrendim.

Büyüklerimiz bize bir kapı açtıysa, o kapıdan bizim geçmemiz lazım. Pirler taliplere yol gösterir ya, öyle bir şey. Orada kendi performansını aktarıyor, kendi iç dünyasını açıyor. Ardından ışığa doğru yürümek kişinin kendi elinde. Fam etmek, almak önemli. Yürüdüğün yolu nasıl hatırlayabilirsin ki başka?

‘En büyük hayalim Dîvana Alîşêr...’


Yeni projelerinden bahsedelim biraz da...

Aslında çok proje var. Genelde birçok projeye paralel başlıyorum; sürekli onlarla meşgulum.
- Heya’nın devamı olarak Qizilbaş 2 var. Ona Türkçe katmak istemiyoruz. Daha geleneksel, yani Qoçgîrî yöresinin 15-16- 17. yüzyıllara ait repertuarını işlemek istiyorum.
- İkinci projem Word Müzik albümü. Yüklü, zor bir harmoni. İran, Afgan, Alman müzisyenlerle yapacağız.
- Tara Jaff ile bir çalışmamız var. Mezopotamya’nın en eski telli enstrümanları olan tembur ve Arp’ın buluşması olacak.
- Klamên Qoçgîrî projem var. Arşiv çalışması. O bölgenin tüm eski şarkılarını kaydetmek istiyorum.
- En büyük hayallerimden biri de Dîvana Alîşêr albümünü yapmak. Bu proje kafamda hazır, ruhani olarak başladım. Alîşêr Efendi’nin tüm şiirlerini, müziklerini bir yerde buluşturmak istiyorum. Ama zor bir proje. Çünkü Alîşêr’in kaynaklarına ulaşmak çok zor, devlet yok etmiş. Oysa Alîşêr Efendi Kürtler için çok önemli bir kaynak, bir insan. Bu çalışma üç yıl mı on yıl mı sürer bilmiyorum.
- Dest Müzik dersanemiz var. Enstrüman kursları ve Temburxane bölümümüz var. Orada eski pirlerin, dedelerin çaldığı üç telli saz ürününün yapımına başladık. Harput’ta Mehmet Karabulut yapıyor biz de buradaki bölümünü yapıyoruz. Bu da bir kültür hizmeti. Bu enstrüman 1938’e kadar icra edildi, ancak icracılar yok edildi. Üç telli saz (Tembur) İran-Kürt ortak enstrümanı. Her yerde çalınmaz, hak yolunda icra edilir; cemlerde, ibadet yaparken... Derin bir anlamı var. Bu enstrümanın kaybolmasını istemedik.
- Dest Müzik şirketimizi kurduk. Günümüzde plak şirketi bulmak çok zor. Ve her gün biri kapanıyor, sektör bitti. Biz de kendi çapımızda ürünlerimizi çıkarıyoruz. Aynur Doğan ve Mikail Aslan’ın albümleri çıktı buradan.
- Dest Stüdyo var. Tamamen kendi alanımızı oluşturmak için kendi prodüksiyonlarımızı orada yapmak için bir mekan oluşturduk. Bunlar küçük çapta tabii ki. Kimse kimseye sahip çıkmıyor. Müzisyenler de artık kendisi bu işi yapıyor. Biz de bir kaç arkadaş gücümüzü biraraya getirerek, kendi ortamlarımızı oluşturduk.

DENİZ BİLGİN



YENİ ÖZGÜR POLİTİKA