Kurmes Dernegi Resmi Web Sitesi

ODÊ MISTEFAY BEYRKE-AZİZ ÖZ

Oda kavramını son kuşaklar pek bilmezler. Bir dönem kış mevsiminde sosyalleşmenin ve iletişimin en önemli zeminlerinden biriydi.İnsanlar akşamları belli evlerin misafir odalarında bir araya gelip sohbet ederlerdi. Bu sohbetlere aşağı yukarı odadaki herkes bir biçimde katılırdı. Eğer birileri bir yerlerden, bir yolculuktan gelmiş ise, özellikle o birilerinden gezdiği ve gördüğü şeyleri anlatması istenirdi. Sohbetler kimi zaman çok sıkı tartışmalara neden olurdu. Günlük işlerden başlayan sohbetler(saman, davar, odun, köyün sorunları vb) giderek siyasal, dinsel ve tarihsel konuları içerirdi.

1940-50'li yıllarda beyrık,usık ve daha bir kaç oda en çok kalabalık toplayan odalarmış. Bu kalabalıklara her akaşam hizmet etmek de yine her zaman olduğu gibi kadınlara düşüyormuş. Yani sefayı erkekler, cefayı kadınlar(ve çocuklar) çekiyormuş. Bu dönemin çocuk kuşağı(yani
babamların kuşağı) tıklım tıklım dolan odaya su yetiştirmek için çok ter dökerlermiş kadınlarla birlikte.
 
1970'li yıllardaki oda, içerik ve şekil olarak biraz daha farklıydı.Odalarda kadın sayısında artış oldu.  Başka bir deyişle odalarda kadınlar biraz daha görünür oldu. Oda sayısının artmasıyla birlikte odalardaki kalabalıklar eskiye oranla daha küçüldü. Uzak ve yakın akraba, komşu ile sınırlandı denilebilir. Oda sayısı biraz da köy nüfusunun artışana paralel gidiyordu. Aynı zamanda oda tartışmaları biraz daha politika ve dinsel yaşama yönelik eleştiriyi içerir oldu. Bunun nedeni 68 kuşağının yarattığı rüzgardı.
 
 İşte bu dönemde bizim çevrede çok önemli bir oda vardı: ODÊ MISTEFAY BEYRKE.
Sımsıcak bir oda. Bu odada soba daha bir güzel yanıyordu. Yanan odunların çatırtısı dünyanın en güzel müzik parçasıydı adeta. Odadaki ışık sanki daha bir parlaktı. Bu odanın çayın tadı sanki bir başkaydı. Akrabaların ençok toplandığı odaydı bu oda. Her akşam toplanılmazdı elbette. Mustafa Amca zorunlu olmadıkça başka odaya gitmezdi. Aşağı yukarı akrabaların tamamı ve yakın komşularla bir arada olunurdu. Kardeşler olarak ençok babam ve HIDIR(öZ) amca, yengeler ve çocukların bir kısmı olurdu.
Daha kimse gelmeden, çocukları uyarırmış "sobanın yanına oturmayın, orası Memedali'nin yeridir" diye.
Odaya girdiğimizde Mustafa Amca kalkar ve babama "Sen sobanın yanına gel, sen çok üşüyorsun. Senin yerin orası" deyip, sobanın yanını babama verirdi. Babam da sobanın aşırı sıcaklığıyla önce bir şekerleme yapardı. Eğer kardeşlerden biri gelmez ise, Mustafa Amca mutlaka nerede olduğunu, neden gelmediğini sorardı. Hal hatır, davar, saman, arpa gibi günlük konular bittikten sonra köyle ilgili espiriler, anılar( özellikle keklik avları) sohbetin konusu olurdu. Daha sonra köyün tarihine yönelik konuşmalar olurdu. Bazen de erkekler askerlik anılarını anlatırlardı. Soğuk ve uzun kış gecelerinde yapılan sohbetlerin çok hoş bir tadı vardı. Bu sohbetlere Fate yenge nadiren katılırdı. Sürekli uğraşır didinirdi.
Çocuklar gürültü yaptığımız zaman fırçalamaktan çekinmezdi. Mustafa Amca'nın gel otur telkinine karşın mutlaka  yapılacak bir iş bulurdu. Saat 10.30 dolaylarında herkes dağılırdı yani "oda bıla tebu".
Yarıyıl tatilinin bizim için ayrı bir anlamı vardı. Bu dönemde oda bizim için hem çok zevkli hem de tersi olurdu.
Yarıyıl tatilinde üniversitedeki büyüklerimiz de gelirdi. Sürekli tetikteydik şimdi soru soracaklar diye. Gördükleri her yerde ilk iş olarak bizi ders konusunda sorguya çekmek ve sorular sormaktı. Bu babalarımızın çok hoşuna giderdi ancak, bizim için tam bir kabustu. Eğer bilmez isek iyi bir fırça baba ve amcalardan yerdik. Bazen korkudan bildiğimizi bile söyleyemezdik. Amcaların evine gitmeye korkardık "ya bizi görüp soru sorarlarsa" diye. Öğrenciler yarıyıl olmasına çok sevinirken, biz bir yanda sevinir bir yanda da korkardık bu durumdan dolayı. Onların hangi evde olduğunu haber aldıktan sonra oraya hiç gitmezdik. Yani bir çeşit köşe kapmaca oynardık. Nerdeyse köme gitmeye razıydık kış günü. O dönemde üniversite öğrencileri mutlaka yemeğe davet edilirdi. Davet günü kaçma olasılığı yoktu. Dolaysiyle hertürlü soruya, kızmaya kendimizi hazırlardık. Artık ne olursa olsun diyorduk.
 
Yazıyı bir anıyla noktalayayım. İlkokul ikideyken, yine bir yarıyıl tatilinde, akşam satlerinde Mustafa amcaların evine gittim. Tam Odanın kapısını açtım ki Mustafa Amca,
Hıdır Amca, Babam, Zeynel, Hamza ve Cafer abiler oturmuş; karşılarında Zöhre, Halil ve Sultan ayakta kafaları önlerine eğik duruyorlar. Ben bu manzarayı görünce hızla geri döndüm. Ancak peşimde Hamza Abi "gel gel" diye bağırınca durdum. Benzim bembeyaz, için için kendime kızarak mecburen odaya döndüm. Halillerin yanında hazırolda durdum. Ama içimde hep kendime kızıyordum "Neden buraya geldim" diye. Zeynel Abi hemen "dört kere dokuz kaç eder" diye sordu. Ben sorunun yanıtını biliyordum. Çünkü babam bana çarpım tablosunu öğretmek için epeyice uğraşmıştı. Ama korkudan ses çıkmıyordu benden. Zeynel Abi bir daha sorunca çok kısık bir sesle "36" dedim. Bağır deyince birazdaha yüksek sesle "36" dedim. Aferin deyince biraz başımı kaldırdım ve rahatladım. Aklım ve gözüm ise sürekli kapıda. İkinci
sorunun gelmesinde korkuyordum. Çoğunlukla ikinci soru da gelirdi. Ne var ki bu kez ikinci soru gelmedi. Serbest kalınca hemen dışarı fırladım ve arkama bakmaksızın doğru eve koştum.
Yazıyı bitirirken sevgili Mustafa Amca ve Fate Yengeyi büyük bir saygı ve özlemle anıyorum.